Quickly as if she were recalled by something over there, she turned to her canvas. There it was, her picture. Yes, with all its green and blues, its lines running up and across, its attempt at something. It would be destroyed. But what did it matter? she asked herself, taking up her brush again. She looked at the steps; they were empty; she looked at her canvas; it was blurred. With a sudden intensity, as if she saw it clear for a second, she drew a line there, in the centre. It was done; it was finished. Yes, she thought, laying down her brush in extreme fatigue, I have had my vision.
To The Lighthouse/ Virginia Woolf (Son Paragraf)
Onaylanma ihtiyacından tamamen arınmış olmak... Hiçbir şeyin anlam ifade etmesine gerek yok.
skip to main |
skip to sidebar
“the most unfair thing about life is the way it ends. i mean, life is tough. it takes up a lot of your time. what do you get at the end of it? a death! what's that, a bonus? i think the life cycle is all backwards. you should die first, get it out of the way. then you live in an old age home. you get kicked out when you're too young, you get a gold watch, you go to work. you work forty years until you're young enough to enjoy your retirement. you do drugs, alcohol, you party, you get ready for high school. you go to grade school, you become a kid, you play, you have no responsibilities, you become a little baby, you go back into the womb, you spend your last nine months floating...
...and you finish off as an orgasm.”
George Carlin
Oscar Wilde'ın tutuklu olduğu zamanlarda sevgilisi Lord Alfred Douglas'a yazdığı mektup...Aforizmalarla dolu olan bu mektup, Wilde'ın geçmişteki hatalarını kısmen kabul edip günah çıkartması sebebiyle ayrı bir önem taşıyor aslında. Eserde Wilde'ın yaşadığı topluma, zamana, eğitim sistemine, dine ve hedonizme bakış açısını da öğrenebilirsiniz. Farklı bir Oscar Wilde görmek isteyenlere önerilir.
"...Like all poetical natures he (Christ) loved ignorant people. He knew that in the soul of one who is ignorant there is always room for a great idea. But he could not stand stupid people, especially those who are made stupid by education: people who are full of opinions not one of which they even understand, a peculiarly modern type, summed up by Christ when he describes it as the type of one who has the key of knowledge, cannot use it himself, and does not allow other people to use it, though it may be made to open the gate of God's Kingdom."
". . . Suffering is one very long moment. We cannot divide it by seasons. We can only record its moods, and chronicle their return. With us time itself does not progress. It revolves. It seems to circle round one centre of pain."
Yer Altından Notlar'ı okumak için çok geç kaldığımı kitabın ilk sayfasını bitirdikten sonra anladım. Dostoyevski bu kitabını ikiye ayırmış. İlk bölümde kavramlara, duygulara genel olarak bakarken, ikinci bölümde bunların tamamını hikayeleştirerek argümanını soyutluktan kurtarmaya çalışmış bence. Yani ikinci bölüm, birinci bölümün görselleştirilmiş hali gibi. Kitabı parçalara ayırıp fikir beyan etmek ne kadar doğru bilmiyorum ama ilk bölüm beni daha çok etkiledi sanki, ancak ikinci kısımdaki hikayeyi de yabana atmamak lazım, özellikle de son sayfalara doğru daha bir ivme kazanıyor olaylar. Kitap yazlıkta kaldığı için alıntı yapamayacağım ama aşağıdaki cümle şu an bile aklımda.
"Benim yaptığım, sizin ancak yarıya kadar götürmeyi göze alabildiğiniz şeyleri kendi hayatımda aşırıya vardırmaktan başka bir şey değildir."
Ve The Tudors biter.
Baştan sona firesiz izleyebildiğim ilk dizi oldu kendisi:) English History II'de öğrendiğim bilgilerimi de tazeledim. Aslında dizinin isminin The Tudors olması çok saçma, çünkü Tudor hanedanının tamamını içermiyor anlatılanlar.
...
Diziyle birlikte Natalie Dormer'a hayran kaldım ki kendisini Casanova'dan beri beğenirim zaten. Jonathan ile ilgili fikirlerimde bir değişiklik olmadı. Henry Cavill'a rolü gereği ilk önce sinir oldum, sonradan onayımı aldı kendisi. Sam Neill, Wolsey rolünde oldukça iyiydi ve (bence) dizinin en etkiliyici sahnesine imzasını atmış bulunmakta:
Çok iyi hatırlıyorum, Henry için tarih kitabımızda babası kadar zeki değildi yazıyordu. Bununla birlikte Fransa ve İspanya arasında oyuncak olduğu, babasının kendisine bıraktığı parayı düzgün kontrol edemediği iddia ediliyordu. Dizide bu güzel yansıtılmış. Dindar Mary'nin Bloody Mary olma yolundaki süreci güzel anlatılmış. İngiltere'nin Roma ile bağlantısını koparması ve arkasında yatan sebepler iyi işlenmiş. Anne'ciğimin kızı Elizabeth'in ileride İngiltere Kraliçesi olup, erkek hükümdarlara taş çıkartacağının da ipuçları verilmiş. Dizideki tek eksik nokta Henry VIII dönemindeki çıkan isyanların ya da savaşların muhtemelen maddi sebeplerden ötürü çok da üzerinde durulmayışıydı. Senaristler bu eksikliği farklı şekillerde kapatmaya çalışmışlar gerçi, haklarını yemeyelim:)
Bu da dizinin finali (Holbein'in meşhur tablosuna dikkat!):
Sırada Rome var. Şimdiden açıklıyorum True Blood'ı izlemeyeceğim.
Edit 1: Bunu izleyen Elizabeth The Virgin Queen'i de izledi.
Edit 2: Rome'daki Atia bizim Aşk-ı Memnu'daki Firdevs'in ta kendisiymiş:)
Hazır tatil moduna geçmişken ve henüz elle tutulur şeyler yapmıyorken sözlüğe geri döneyim bari dedim. Aylak aylak gezinirken aklıma birden Judith Butler geldi. Hakkında neler yazılmış bir girip okuyayım istedim. Sonuç: sadece bir entry! Hayal kırıklığının daniskasını yaşadım o an resmen. Ben ki Judith'in Ankara'ya geleceğini ekşi sözlükten öğrenmiş, bunu okulumdaki akademisyenlere ulaştırmıştım. Uludağın bu durumunu kendime yediremediğimden hemen ekşinin sitesine girip yazar olmak için kaydoldum. Geçen sene yazar kabul etmeyen ekşinin şu sıralar yeni insanlara açık olması sevindirici bir şey.Tabi her sözlük gibi ekşinin de insanları çaylak yaptığı bir dönem var, bu şaşırılacak bir şey değil. Ben de on adet entry'mi girdim ( çaylakken girmeniz gereken entry sayısı on) hızımı alamamış on birinciyi de girecekken bana "tamam orada dur bakalım sen!" uyarısı verildi. İşte bu duruma alışık değildim. Uludağda çaylak olsan da istediğin kadar entry girebiliyordun. Neyse, daha sonra merakla kontrol merkezine girdim, bakalım neler diyorlar, ne zaman yazar olacakmışım diye. İşte karşılaştığım manzara... Direk copy paste'dir:
şu anda çaylak onay listesinde 55591. sıradasınız. bu sıra ilk defa onay bekliyor olmanıza ve 10 entry'yi ne zaman doldurduğunuza göre belirlenmektedir.
Mahvoldum, yıkıldım, bittim gördüğüm zaman şu iki cümleyi. 55591 nedir yahu! Kendimi eski zamanlarda devlet hastahanesinde sıra bekleyen zavallı bir nine gibi hissettim. Benim ömrüm yeter mi ki bu sıranın bittiği günü görmeye! Bu şokun ardından daha okkalı bir bildiri geldi şu şekilde:
girmeniz gereken tüm entry'leri girdiniz. entry'leriniz mümkün olan en kısa sürede incelenecektir. yine de bu yoğunluk dahilinde bu değerlendirme günler, aylar, yıllar sürebilir. yazarlığınız onaylandığı takdirde size bir e-mail gelecek. o e-mail'i saklayın. sonra bu e-mail'i bir inkjet'ten print edip dolunay'da bir mezarlığa batıya bakacak şekilde gömün. üstüne bir bardak su için. pilav yiyin. eğer sadece bir kaç ( tam da hatadan bahsederken birkaç'ı bu şekilde yazıyor olmaları çok ironik tabi!) hatalı entry'nizi bulursak bunlar silinebilir bu takdirde tekrar 10 entry tutacak kadar entry girmek durumunda kalacaksınız. eğer tamamen alakasız bir insan olduğunuza karar verilirse kullanıcınız silinecektir. kullanıcınız silindikten sonra aynı kullanıcı adıyla tekrar tekrar, dilediğiniz kadar, ta ki şahane bir sözlük yazarı olana kadar başvurabilirsiniz.
Elimden hiçbir şey gelmez tabi. Beklemedeyim. Artık bir yıl sonra mı yazar olurum, yoksa hiç olamaz mıyım bilemiyorum ama şu anda uludağa geri dönüp birkaç entry gireceğim kesin...
19.yy İngilteresi bu ikilik olayına cidden takmış, onu anladım. Wilde'ın muhteşem eseri The Picture of Dorian Gray gibi Robert Louis Stevenson'ın eşit derecede muhteşem romanı Dr. Jekyll and Mr. Hyde da 'duality' temasını esas almış. Söyledikleri şeyler birbirine yakın aslında:
İyi de kötü de bizim içimizdedir. İkisi de eşit derecede baskındır. Birisini öne çıkarmak ya da daha etkin hale getirmek senin elindedir. Ancak dikkat et baskın hale getirdiğin taraf kontrolü senin elinden almasın.
Ne gariptir ki iki romanda da içimizde taşıdığımız o kötü tarafın eninde sonunda bizleri kontrol altına aldığı ve kötü olana yenildiğimiz yansıtılmış. Pek de yanlış sayılmaz aslında bu görüş, çünkü kötü bizi direk zaaflarımızdan vurur ve insanın zaaflarına teslim olması kadar doğal bir şey yoktur.
...
Yukarıda da görebileceğiniz gibi novel dersi bana bu yıl birçok güzellik yaptı ve en hoşu Valerie'nin Great Expectations'ı da okunacak romanların arasına dahil etmesiydi. Gerçi sevgili Pip bütün roman boyunca Estella da Estella diye bizi öldürse de bu kitap sadece Miss Havisham için bile okunur derim. Bir ara sevdiğim satırları buraya da yazayım demiştim ama işin içinden çıkamadım:) Favorimi bile seçemiyorum aslında ama işte sadece bir tanesi...
No matter how unreasonable the terror, so that it be terror! Öyle ama yalan mı? Adam kediden korkuyor mesela. Kedi ayol nesinden korkuyorsun diyebilir misin?
Neyse zırva moduna dönmeden edebi muhabbetimizi burada sonlandırıyorum....
Gelelim filmlere...
İtiraf ediyorum Kuzuların Sessizliğini yeni seyrettim. Anthony Hopkins gibi cici bir adamdan korkacağımı hiç düşünmezdim doğrusu. Oscar'ı hak etmiş, gelsin bir tane de ben vereceğim. O ne güzel yüz yemektir öyle, hayran kaldım valla:P Jodie Foster'ı severdim zaten, yine sevdim. Gencecikmiş o zamanlar. Bu arada 14 yıllık kız arkadaşını saçma sapan bir kadın için terketmiş. Aşk olsun diyorum kendisine burdan okuyorsa...O da fena oynamamış. Filmdeki loser Dr. Chilton'ı da Lecter yiyormuş ikinci filmde çok sevindim. Yandaki kare de benim için en korkutucu kareydi filmdeki...Tipe bak!
American Beauty ( Türkçesini yazmıyorum, yanlış anlamışlar çünkü filmi bütünüyle) ve
Guguk Kuşu'nu da izlemenizi tavsiye ederim.
Bitti.
Böyle sonuçlanacağını düşünmemiştim bugünün.
Utanılacak bir şey mi bilmiyorum ama şiir aklıma hep sıkkın olduğum zamanlarda gelir. Kasvetli şiirleri okudukça daha bir sıkılır ama sonunda ironik bir şekilde rahatlarım. Bugün yine öyle anlarımdan birinde aklıma Sylvia Plath geldi. Bana göre şiirleri gibi yaşamı da çok etkileyicidir Plath'in. Belki bilindik şeylerdir başından geçenler (babayla sorunlu bir ilişki, babasıyla özdeşleştirdiği adamın onu aldatması...)ama bu olayların ondaki izinin eserlerine yansıması gerçekten farklı olmuştur ki şiirlerini kendine has kılan da budur bence. Bu arada itiraf etmek gerekirse her zaman ürkek bir şekilde okumuşumdur bu kadının şiirlerini. Hep ya anlayamazsam korkusu olmuştur bende, garip bir şey. İlk okuduğum şiiri Mad Girl's Love Song'tur ki bu şiiri 2008'in kasımında Valerie'ye de okumuştum:
"I shut my eyes and all the world drops dead;
I lift my lids and all is born again.
(I think I made you up inside my head.)
The stars go waltzing out in blue and red,
And arbitrary blackness gallops in:
I shut my eyes and all the world drops dead.
I dreamed that you bewitched me into bed
And sung me moon-struck, kissed me quite insane.
(I think I made you up inside my head.)
God topples from the sky, hell's fires fade:
Exit seraphim and Satan's men:
I shut my eyes and all the world drops dead.
I fancied you'd return the way you said,
But I grow old and I forget your name.
(I think I made you up inside my head.)
I should have loved a thunderbird instead;
At least when spring comes they roar back again.
I shut my eyes and all the world drops dead.
(I think I made you up inside my head.)"
Yazılanlara göre başarılı bir öğrenciymiş Sylvia, hırslıymış aynı zamanda. Smiths College'dan burs kazanmış, New York'ta bir moda dergisinde staj yaptığı dönemlerde ruhsal bunalıma girmiş ve kısa bir süre sonra da intihar girişiminde bulunmuş ancak ölümün pençesinden kurtulmayı başarmış. (Tabi o gerçekten kurtulmak istiyor muydu bilinmez.)
Kocası Ted Hughes'a gelirsek o da Sylvia gibi edebiyat dünyasından. Çiftin iki çocukları var ancak her ne olduysa aralarında, Ted günün birinde Sylvia ve çocuklarına sırtını dönüveriyor. Hughes'la ilgili çok bilgim yok ama kendisiyle ilgili söyleyebileceğim tek bir şey var o da Sylvia'nın ölümünden kısa bir süre önce yazdıklarını yakmasının olağanüstü bencil bir davranış olduğu. Her ne kadar Hudges'ın savunması oldukça masum görünse de yapılan şeyin kabul edilebilir bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. ( savunma: What I actually destroyed was one journal which covered maybe two or three months, the last months. And it was just sad. I just didn't want her!children to see it, no. Particularly her last days.) İzin verirseniz hadi ordan demek istiyorum!
Neyse,konuya geri dönersek kocası Ted'in Assie Wevill ile olan ilişkisini kabullenen Sylvia iki çocuğunu da alıp Londra'ya geliyor ve 1963'te gaz açıkken kafasını fırına sokup intihar ediyor. Annesinin deyimiyle Sylvia zaten intihara eğilimli bir kız. Ölmeden kısa bir süre önce yazdığı Lady Lazarus adlı şiirine göz atarsak bu gerçeği çok daha rahat görebiliriz:
"i have done it again.
one year in every ten
i manage it" (Geçmişte teşebbüs ettiği intiharlar? ve gelecekte hayatına son verecek olan intihara ithafen)
Plath'in Daddy adlı şiiri de pek meşhurdur. Babası için yazdığı bu şiirde kocasına da göndermeler yapmıştır Plath:
"i have always been scared of you,
with your luftwaffe,your gobbledygoo.
and your neat moustache
and your aryan eye, bright blue.
panzer man, panzer man, o you!
...
if i’ve killed one man, i’ve killed two-
the vampire who said he was you
and drank my blood for a year,
seven years, if you want to know.
daddy, you can lie back now."
Son olarak Sylvia'nın mezarında "Even amidst fierce flames, the golden lotus can be planted" yazılıdır ki oldukça manidardır bu cümle hayatını düşünürsek.
Küçük bir not geçmek gerekirse yukarıda bahsettiğim Assie adlı bayan da Ted Hughes ile birlikteyken aynen Sylvia'nın yöntemiyle intihar etmiştir. Garip.
Bir başka not ise yeni yeni tanımaya başladığım Nilgün Marmara ile ilgili . Kendisi Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu ve idollerinin başını Sylvia Plath çekiyor. Hatta Plath hakkında "Syvia Plath'in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi" adlı bir tezi de bulunmaktadır ki tez şu sözlerle başlıyormuş. Etkilendim, yazacağım:
"çölde
bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi.
çömelmiş oturuyor
yüreğini ellerinde tutuyor
yiyordu.
dedim ki: 'tadı güzel mi dostum?'
'acı, acı' diye karşılık verdi,
'ama seviyorum
çünkü acı
ve benim kalbim'" ( Alıntı Nilgün Marmara'ya ait değil, esas şairin tam adını bulamadım ne yazık ki- ekşiye göre H. Grane'ymiş.)
Nilgün Marmara da sadece 29 yaşındayken intihar edip hayatına son vermeyi tercih etmiş. Bu da garip cidden.
Evet, bugünün böyle sonlanacağını hiç düşünmemiştim. Güzel oldu ama...
2.sınıf ELIT öğrencileri olarak geçen cuma itibariyle güz dönemini kapatmış olduk. Herkesin iyi bir tatile ihtiyacı olduğu açıktı ama Bilkent'in erken kalkan yol alır zihniyeti ne yazık ki bizi yine mağdur etti. Malumunuz herkes finalleriyle uğraştığı için etrafta bir tek genç yok. Durum bu iken benim payıma da evde oturup televizyon izlemek düştü bugün ve farkettim ki televizyonla aramdaki o duygusal bağdan eser kalmamış. Ancak birkaç detay vardı ki bu sevimli kutucukta bahsetmeden edemeyeceğim doğrusu.
Ben bugün bunları gördüm:
Gündüz kuşağının izdivaç programları tarafından ele geçirilmesi ve bu evlilik programlarındaki damat ve gelin adaylarının genellikle 50 yaş ve üzeri olması.
İki üzüm bağı, 50 fındık, 30 ceviz, 50 elma ağacı, 20 kovan arısı olan Ali Amca, Emine Teyzeyi evlenmeye ikna edebilecek mi? ( Emine Teyzem'in motivasyonu o kadar yüksek ki kendisi çoktan tav olmuş zaten, ona 20 kovan arısı yeterdi bence.)
Hong-Kong'ta uzun süreden beri yalnız olan ve ruhsal dengesi bozuk olduğu belirtilen bir 'yatandaşın', parkta demir bir bankın üzerine oturarak, mastürbasyon yapmayı denemesi. (Bahsi geçen bankın deliklerinin ufak olduğu bilgisini verip hikayenin geri kalan kısmını sizin hayal gücünüze bırakmak isterim.)
Cine5'in Trabzonsporlu bir futbolcunun eşini dövmesi konulu haberi esnasında fonda Beyonce Knowles'tan "If I Were A Boy" adlı parçayı çalması. (Ah ben bir erkek olsaydım, o zaman sana gösterirdim dünyanın kaç buçak olduğunu:S)
Çocuklarının isimlerini Polat ve Memati olarak değiştirmek isteyen anne-babanın Yargıtay'ın red kararıyla şoka uğramaları. Polat ismine hayhay diyen yargıtayın Memati'ye cık demesiyle Türkiye'de erkek çocuklarına Memati isminin konulamayacağı resmen onanmış oldu. (Not: Memati Arapça'da ölüm veya ölümcül anlamına geliyormuş, sebep bu.)
Beste İzmir'den bildirdi.
Günün alakasız sosyal içerikli mesajı ise 2 kişiye ithaf edilmektedir: Son bir ay içerisinde gördüklerim ve duyduklarım hemcinslerimle ilgili olan kaygıların ne kadar doğru olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. İki cinsin rolleri tamamiyle değiştirdiği su götürmez bir gerçektir. Artık bu devirde erkekler hangi kızlara güvenecek azizim. Kızlar, lütfen kendimize gelelim. Çok ayıp!
Saat sabaha karşı 6 suları...Gözümü açtım, İstanbul'dayım. Bir süre boş boş bakındım pencereden. Havanın da etkisiyle her şey grimsi geldi gözüme ilk önce. Eskimiş hayallerimi hatırladım.Keşke demedim ama merak ettim. Olmamış olasılıklar birden çok şey kaybetmişim hissini yarattı içimde. Sonrası kısa bir hüzün, sağımda uyuyan Gülfem ve Gülfem'in etkisiyle gözümün önüne teker teker gelen Ankara'daki tüm sevdiklerim...Bu işler böyledir, nedense insanlar kötüyü görmeyi severler. Her bir nanenin ilk önce kötü tarafını görmemiz tembelliğimizin bir yansımasıdır tabi ama o bambaşka bir konu. Sözün kısası İstanbul iyi güzel de, Ankara da pek fena değil hani...Artık bu fikre iyiden iyiye alıştım.
Neyse, Şehr-i İstanbul'u bir de üniversite öğrencisiyken görelim dedik ve çalışmalarımıza başladık. Açıkcası bu plan da elimizde patlayacak diye çok korktum başları. Zaten 5h +İlyas Salman (biraz daha zayıfı) kılıklı bir organizatörün eline düşmemiz resmen bir musibet belirtisi gibiydi bizim için...Ama Allah'tan korktuklarımız başımıza gelmedi. Korkularımızın aksine gayet güzel bir gün geçirdik. Hatta bu dönemin en eğlenceli günüydü bile diyebiliriz. 10 saat içerisinde inanılmazı başardık, deli gibi gezdik ama klasik bir İstanbul gezisi değildi bu...Camileri gezelim, sarayları turlayalım muhabbeti yoktu bu sefer. Daha önce yapılmayanı yapalım dedik anlayacağınız.
Peki ne yaptık? Galata Kulesi'ne çıkıp manzarayı seyrettik, Erenler'e gidip nargile içtik, Mısır çarşısında "Abiye kıyafet ister misiniz, abla?" sorularına maruz kaldık...(abla nedir ya, biz daha 19 yaşındayız) ve tabi ki Türk erkeği nettir, her daim yardımseverdir vol bilmem kaçıda çekmiş olduk bu sırada:
Günün tek defosu kuşkusuz Disko Kralı idi. Saatlerce stüdyoya girmek için beklememizi geçtim beni esas şok eden şey stüdyo içinde yaşadıklarımızdı. Oturacağımız yerler konusunda bize çok cici bir bayan yardımcı oldu sağ olsun.
-Evet bayanlar, sizi şu köşeye alalım.
*Ama bizim grubumuz yukarıda kaldı.
-Olsun, siz burada oturun.
*Sebep?
-Kamera, açı falan, Okan'ın arkası...
*Oldu evet:S
Tabi ne kadar kaçabildik orası belli değil. Biz sıkıldık falan ama bir -iki saniye de olsa tvde görünmemiz en çok bizim anneleri sevindirdi...Hepsi reklam arasında telefona hücum ettiler resmen. İşte ilk reklam arası;
-Beste, izliyoruz!!!
*Anne ben konuk değilim ya...:)
Annem tüm programı seyretmiş, valla ben olsam en geç 1 saate bırakırdım.
Sonuç olarak gece 4.30'da biten programın ardından tekrar Ankara yollarında bulduk kendimizi... Ağrıyan sırtlar ve ayaklar ama bir de gülen suratlar kaldı elimize.
Güzeldi yani, çok güzeldi...
All influence is immoral- immoral from the scientific point of view. Because to influence a person is to give him one's own soul. He does not think his natural thoughts, or burn with his natural passions. His virtues are not real to him. His sins, if there are such things as sins, are borrowed. He becomes an echo of some one else's music, an actor of a part that has not been written for him. The aim of the life is self-development...The only way to get rid of a temptation is to yield to it. Resist it, and your soul grows sick with longing for the things it has forbidden to itself, with desire for what its monstrous laws have made monstrous and unlawful.
Oscar Wilde
The Picture of Dorian Gray'den
Farkındalığın ne demek olduğunu anlamaya başladığım günden beri, yaşadığım bütün acıları, sıkıntıları, üzüntüleri ve hayal kırıklıklarını sakladığım bir köşe var kalbimde… Kalbimin dört odacığından birini onlara tahsis etmişim zamanında büyük bir cömertlikle. Barışık değilim ama o odacıkla… Kapısını açmadım hiçbir zaman, önünden bile geçmişliğim yok aslına bakarsan. “Unutkanlık iyidir.” demişim hep. Yapmam gerekeni yapmışım işte, gerisi azıcık zaman. Ama her şeyin bir sınırı varmış…
Dolaplara tıkılan eşyaları bilirsiniz. Büyük bir vurdumduymazlıkla atılır bütün eşyalar oraya tek tek… Sonra bir gün yine elinizdeki bir eşyayı aynı vurdumduymazlıkla dolaba tıkarsınız, tam arkanızı dönüp yola devam etmeye hazırlanırken kapak açılıverir ve dolapta ne var ne yoksa hepsi savrulur gider. Anlamsız gözlerle arkaya baktığınızda karşınızda gördüğünüz şey bir nevi enkazdır. İşte tam o noktadayım şu sıralar… Arkama döndüm, bir enkaz gördüm ama ne yapacağımı bilemedim. Sorgulamak istedim sonra. “Ne diye gittiğim her yere onları da taşıyorum ki?” diye kızdım kendime . Yıkıp geçmek lazım aslında o odayı… Peki bunu yaparsam, o dört odacıktan birini bir mezarlığa çevirirsem, o odacığa giden damarlardan birini kesersem ya da, elimde kalan sözde kalple yoluma devam etmem mümkün olacak mı? Ateşkes mi imzalamalıyım yoksa? Şöyle tek tek toplasam her şeyi, yerli yerince koysam eşyaları yine dolaba kendi iyiliğim için? Arada kapıyı aralasam hatta durumu yoklayayım diye… Bunu mu yapmalıyım yani? Doğrusu bu mudur? Hayır, odayı bilmem ama eşyaların hepsi benim vücudumda benden tüketerek benle yaşamayı hak etmiyor. Hem zaten sırasını bekleyen yeni acılara da yer açmak lazım. Kalan sağlar bizim olsun. Odacığa da dokunmam, o görevini yapıp bütünü oluşturmak zorunda… O zaman bir süpürge verin de temizlik yapayım bari odanın kapısını yeniden kapatmadan önce…
Tam 4 gündür tabir-i caizse gece gündüz demeden çalışıyorum. ( sabah 9 - akşam 10 ) İlk iş deneyiminde kendimi bu kadar zorlamam iyi mi oldu, kötü mü oldu bilmiyorum. Zira hayallerim yavaş yavaş değişmeye başladı... Artık çalışan modern kadın olmak istemiyorum. Kafamda binbir tilki en kısa yoldan nasıl refaha ererim, onun hesabını yapıyor:d
Yani demem o'dur ki, iş hayatı çok zormuş. Tecrübeyle sabitlendi. Allahtan işin gezme tozma kısmı var, yoksa bu karmaşa hiç çekilmez. İşte bugünkü Meryem Ana- Efes gezisi...(aynı zamanda programın şu ana kadarki en rahat kısmı.)
-Bu da yeni moda oldu!!! Artık bir kitabı satın almadan önce internette ordan burdan kitabın yarısını okuyorum. İclal Aydın'ın "Senin Adın Bile Geçmedi" adlı kitabı için de aynı durum söz konusu... Ancak kabul etmeyelim ki, kitaba ait bu küçük alıntılar merakımı iyice körüklüyor, okuma şevkimi artırıyor. Demek ki neymiş, merak zaman zaman iyi şeylere de vesile olabiliyormuş:)
-Bütün gençlik blog alemine akmış da haberimiz yokmuş. Bekleriz efendim, hepiniz gelin! Gelin de biraz neşemizi bulalım:)
-Motor, sen ne illet bir şeysin!!! Bobinine de, eksantriğine de...
- "Kötüler alemi almış başını gidiyor, iyiler kendini yormasın boşa!" desem de inanmayın. Her masalın sonunda kazanan mutlaka iyiler olur ;) Eee, hayat da bir nevi masal değil mi zaten:)
-Hırs...Kimine göre hayatın olmazsa olmazsı, kimine göre tüm kötülüklerin anası...Hırslı bir insanmışım, öyle söylüyorlar. Tamam, kabul ediyorum; var birazcık:P ...Ve yine kabul ediyorum ki, yıpratıyor zaman zaman insanı bu illet. Ancak ben, hırsın bana kazandırdıklarını da sevmiyor değilim hani. Hırsım inançla birleşince elimden bir uçan bir kaçan:P
( I've got a big ego, such a huge ego...I talk like this cuz i can back it up!!!)
Yapamadıklarım içinse...(bkz: ukte)
...
Bir de bu özelliğimi kıskananlar varmış duyduğum kadarıyla, onlara da buradan selamlar olsun, kıskanç!!! ( Ben de kıskancım ya, banane!)
O hikayedeki karınca benim:)
Facebook'un Türkiye'de adını duyurmaya başladığı ilk günlerde, gençler arasındaki bu yeni akımın tamamen bir saçmalık olduğunu düşünmüştüm. Uzunca bir zaman bu yeni trendin bir parçası olmamak için direndim. Ancak facebook kısa zamanda beklediğimden çok daha fazla yol aldı. Tabir-i caizse "face çılgınlığı" o kadar büyüdü ki ( snowball effect) artık istesem de onu göz ardı edemeyeceğimi anladım ve sonunda bu günlere geldik. Şimdi her gün girip bir kere bakmazsam kendimi eksik hissediyorum.
...
Bugünlerde yine Amerika'da almış başını giden ancak Türkiye'de henüz adını facebook kadar duyuramamış başka bir intenet çılgınlığına merak sardım: Twitter... Sonu facebook gibi olur mu bilmem ama şahsi fikrim eğlenceli olduğu yönünde. Tabi siz Twitter için de bir teşhircilik örneği diyebilirsiniz ama Twitter'da kullandığınız nicknameler, gerçek kimliğinizi koruyor, eğer isterseniz tabi
Bakalım Türk gençliği Twitter'e ne zaman el atacak, ya da es mi geçecek onu? Zamanla göreceğiz.
Konu saç olunca, bende akan sular durur. Saçımın istediğimden ne bir parmak uzun olmasını isterim, ne de kısa...Zira saç, görüntümüzü, simamızı en çok etkileyen unsurlardan biridir. Bu konuda oldukça mızmız olduğumu kabul ediyorum. Ama saç bu...Sizi vezir de eder, rezil de... Hassas bir mevzudur yani :) Gelgelim güzel ülkemin güzel kuaförleri (özellikle erkek bayan kuaförleri) hiçbir zaman sizin dediğinizi tam olarak yerine getirmez. "Saç buldun mu kes abi, bakma gözünün yaşına." Adamlardaki bilinçaltı çok fena...Daha bugün konuştum bir tanesiyle, adam "Rüyalarımda sürekli kadınları görüyorum." dedi. Ben de " E yani, ne var bunda, ne güzel işte." tarzında bir tepki verince, "Öyle değil ama... 50 yaşında kadınlar, makaslar, fırçalar, saçlar görüyorum ben." diye karşılık verdi. Adamın psikolojisi bozulmuş resmen bütün gün benim gibi uyuzlarla uğraşmaktan. Bazen düşünüyorum da kuaförler bizim saçları keserken bir nevi intikam alıyorlar bütün kadınlardan:P Yoksa, neden hep söylediğimizin tam tersini yapsınlar ki...
...
Neyse efendim, bugün belki bir istisna olur, şu kuaförden bir kerecik de olsa memnun ayrılırım dedim ama sonuç yine değişmedi:
Hazin son...Yenilgi...
Naki=10
Beste=0
Bkz:
Level 1: Bak kısa olmasın ama tamam mı, ucundan azıcık, lütfen...
Level 2: Ay ay ay...Yeter tamam, bırakalım...
Level 3: Allahım sana geliyorum!!!
Final: Gitti bizim Rapunzel gibi saçlar... Neyse, kökü bende nasıl olsa:)
Edebiyat dünyasının polemikleri her zaman ilgimi çekmiştir. İki insanın çekişmesinden çok daha fazlası vardır o tartışmalarda. Onlara "tartışma" demek bile bir hakerettir aslında. Öyle sanatsal yapılır ki bu iş, işin edebi boyutu o kadar ön plana çıkmıştır ki, zaman zaman seviyenin düşmesi bile sizi rahatsız etmez. Sıradan bir insanın ağzında oldukça vasat durabilecek sözler, küfürler bu insanlar tarafından edebiyatın o güzel derinliği ile öyle bir allanıp pullanır ki, size sadece olup biteni hayranlıkla izlemek düşer.
İşte hiciv ustası Nefi'den müthiş bir örnek:
"Tahir Efendi bana kelp demiş,
iltifatı bu sözde zahirdir.
maliki mezhebim benim zira,
itikadımca kelp tahirdir."
Mini Sözlük
*kelp = köpek
*maliki = sunni mezhebinin dört alt kolundan biri
*itikat = inanç
*tahir = temiz
Bu dörtlükle kendisini temize çıkaran Nefi, Tahir Efendi'ye de köpek sözünü aynen iade ediyor. Hayran kalmamak elde değil...
Ali Koç'un kulakları çınlasın...
Şu sıralar denemeler romanlardan daha çok ilgimi çekiyor. Kendimi özgür hissediyorum deneme okurken...Herhangi bir bağlılık olmuyor çünkü. Ne zaman istersem o zaman alıyorum kitabı elime. Yeri geliyor 5 sayfa, yeri geliyor 50... Altını çize çize okuyorum onları, bana öğrettikleri daha fazlaymış gibi geliyor nedense...
...
Ahmet Altan'ın İçimizde Bir Yer adlı kitabının "Bir Sabah Uyandığında..." adlı denemesinde müthiş bir cümle geçiyor. " Tesadüf Bilinçaltımızdır." İlk bakışta anlam verememiş olabilirsiniz bu cümleye... Ama Altan anlatmaya devam ettikçe aslında ne kadar doğru ve farklı bir bakış açısı olduğunu hissediyorsunuz.
...
Hayat bir tesadüfler silsilesi midir? Daha da önemlisi bu tesadüfler cidden garip rastlantılar sonucu meydana gelmiş, hayatımızda çok da anlamı olmayan ufak ayrıntılar mıdır?
Tesadüf dediğimiz şey kimi zaman hayatımıza köklü değişiklikler getiriyor ya da etkileri o değişikliklere vesile oluyor. Tesadüfler birçok insanın yaşamının dönüm noktası haline gelebiliyor. Ancak bizler tesadüfleri hep onunla karşılaştıktan sonraki boyutuyla inceliyoruz. Ya bunun daha öncesi de varsa?
İşte Altan'ın söylemek istediği şey de tam olarak bu aslında. Tesadüfler aslında tesadüf değildir. Tesadüfleri hazırlayan aslında bizleriz. "X " kişisinin hayatımıza girmesi aslında tesadüf değil... Biz kendimizi onun varlığı için uzun bir süredir hazırlamışız ki onu gördüğümüzde sadece görmekle kalmayıp onu hayatımıza katmak istemişiz. Yoksa o da oradaki "diğer" insanlar gibi sadece "diğer insan" olarak kalacaktı...
...
Bilinçaltımızın bu denli bir güce sahip olduğunu bilmek çok güzel...Ben sadece düşüncelerimle bile hayatımı değiştirebilirim aslında.
...
Tesadüfler hiç eksilmesin hayatımızdan...
"Change" sloganıyla yola çıkan tek kişi Obama değil aslında... Yes, I can!
En az benim kadar deli olan canım teyzem Salı günü kolumdan tutup beni Hatay'a götürdü. Neymiş efendim burcumuza göre taş alacakmışız, özenmiş. Peki, alalım çok istiyorsan dedim ve yola koyulduk. Bir süre sonra aradığı niteliklere sahip, güzel bir bujitericide bulduk kendimizi. Gayet hoş bir ortam yaratmışlar, hangi burca hangi taş alınırmış, o taşların özellikleri neymiş teker teker yazmışlar. Ne yalan söyleyeyim, bir süre sonra ortam benim de ilgimi çekmeye başladı. Şöyle bir bakıyım dedim benim burcumun taşları neymiş. Taşların özelliklerini teker teker incelerken gözüme birden akik taşı ilişti. Özellikleri:
-Sinir ve stresi azaltır.
-Tembel bünyelere canlılık getirir.
-Kişinin yaşadığı an'a konsantre olmasını kolaylaştırır:S :)
İşte bu dedim. Aradığım taş buydu. Ne kadar büyük olursa etkisi o kadar fazla olur(!) diyerekten yukarıda da gördüğünüz kolyeyi aldım, teyzem de eksik kalmadı tabi... Artık ne kadar faydası olur bilemiyorum ama işimiz taşlara kaldıysa fena:)
...
Teyzemden gelen ilk tepki:
-Taş işe yarıyor mu bari?
-Çok büyük bir fark hissedemiyorum:) ama kolyeyi beğendim.
-Bu çok büyükmüş ya, boynum ağrıyor, sinirlerim daha çok bozuldu...:)
tobeeornottobee
28 Aralık 2010 Salı
25 Aralık 2010 Cumartesi
Hey Gidi
Aslında birbirinin devamı olsalar da bazen geçmiş ve bugün arasında büyük bir uçurum hissedebiliyorsunuz. Geçmişe sanki bir başkasının hayatını dikizlermişçesine bakabiliyorsunuz. Geçmişi ötekileştirmekten bahsetmiyorum. Sadece uzak geliyor yaşadığınız şeyler. Bütün olarak göremiyorsunuz olayları, kesit kesit geliyor hepsi aklınıza. Toparlayamıyorsunuz. Belki bir fikriniz oluyor ama detaylara ulaşamıyorsunuz. Burada bahsettiğim şey yakın geçmiş değil. Söylediklerim çocukluğumla ilgili aslında. Güzel bir çocukluk geçirdim ben, baya da şımarıktım o zamanlar (şimdi değilimdir).İlgi odağıydım, herkes benimle ilgilsensin isterdim, herkes de benimle ilgilenirdi, sanırım bu durumun şu anki hayatımda belirgin bir etkisi var.
...
Bu sultanlık günlerim kardeşimin bir gün ansızın gelmesine kadar sürdü. Ama cidden ansızın. Ben geleceğini bilmiyordum. Eminim sinyaller verilmiştir ama farkında değildim olacakların. Nitekim bir kardeşim olacağını anlamam tam olarak annemin sancısının gelip hastaneye kaldırıldığı ana denk gelir. O günlerde ciddi arabesk duygular içerisinde olduğumu hatırlıyorum. O zamanların benim için çok daha büyük bir önemi var,o da kendimle ilgili birçok şeyin farkına varmam. Sanırım ilk kez o zamanlar kıskanç bir insan olduğumu hissettim ve hissettirdim. Hissettirdim diyorum çünkü insanların burnundan getirdim her şeyi. Mesela annemle babamın kardeşimle yalnız çekilmiş sadece bir iki resmi vardır, onlar da ben uyurken çekilmiştir. Ben daha sonra o resimleri gördüğümde ağlama krizlerine girmiştim orası ayrı, hey gidi günler.
...
Bir çocuk ilk başlarda hissettiği duygular arasında ayrım yapmakta zorlanabilir. Ama gün geliyor öğreniyorsun her şeyi. Ben mesela bencilliğin etrafındaki insanlara ne kadar zarar verdiğini (kendine de tabi) bir yaz tatilinde arkadaşımla hikaye kitabı okurken farkettim. Okumayı yeni öğrendiğimiz zamanları düşünün, herkes aynı hızla okumayamazdı. Bahsettiğim arkadaşım da okurken baya zorlanıyordu o sıralar, çok yavaştı ve ben de sıkılıyordum. En sonunda "sen okuyamıyorsun, ver ben okucammm" diye çıkıştığımı hatırlıyorum. Kız bu olay sonrasında anneannemin evini ağlayarak terk etti. Ben de baya bozuldum, sonrasında da çok vicdan azabı çekmişimdir zaten.
...
İşte neyin ne olduğunu öğreniyorsun da düzeltemiyorsun bazen, orası bozuk. Zaten insan olmanın getirdiği bir egoist yanımız var, bunlar çevresel faktörler tarafından azdırılınca çok trajik şeyler yaşanabiliyor. Ama daha iyiyiz tabiii şimdi, büyüdük ya.
...
Bu sultanlık günlerim kardeşimin bir gün ansızın gelmesine kadar sürdü. Ama cidden ansızın. Ben geleceğini bilmiyordum. Eminim sinyaller verilmiştir ama farkında değildim olacakların. Nitekim bir kardeşim olacağını anlamam tam olarak annemin sancısının gelip hastaneye kaldırıldığı ana denk gelir. O günlerde ciddi arabesk duygular içerisinde olduğumu hatırlıyorum. O zamanların benim için çok daha büyük bir önemi var,o da kendimle ilgili birçok şeyin farkına varmam. Sanırım ilk kez o zamanlar kıskanç bir insan olduğumu hissettim ve hissettirdim. Hissettirdim diyorum çünkü insanların burnundan getirdim her şeyi. Mesela annemle babamın kardeşimle yalnız çekilmiş sadece bir iki resmi vardır, onlar da ben uyurken çekilmiştir. Ben daha sonra o resimleri gördüğümde ağlama krizlerine girmiştim orası ayrı, hey gidi günler.
...
Bir çocuk ilk başlarda hissettiği duygular arasında ayrım yapmakta zorlanabilir. Ama gün geliyor öğreniyorsun her şeyi. Ben mesela bencilliğin etrafındaki insanlara ne kadar zarar verdiğini (kendine de tabi) bir yaz tatilinde arkadaşımla hikaye kitabı okurken farkettim. Okumayı yeni öğrendiğimiz zamanları düşünün, herkes aynı hızla okumayamazdı. Bahsettiğim arkadaşım da okurken baya zorlanıyordu o sıralar, çok yavaştı ve ben de sıkılıyordum. En sonunda "sen okuyamıyorsun, ver ben okucammm" diye çıkıştığımı hatırlıyorum. Kız bu olay sonrasında anneannemin evini ağlayarak terk etti. Ben de baya bozuldum, sonrasında da çok vicdan azabı çekmişimdir zaten.
...
İşte neyin ne olduğunu öğreniyorsun da düzeltemiyorsun bazen, orası bozuk. Zaten insan olmanın getirdiği bir egoist yanımız var, bunlar çevresel faktörler tarafından azdırılınca çok trajik şeyler yaşanabiliyor. Ama daha iyiyiz tabiii şimdi, büyüdük ya.
4 Aralık 2010 Cumartesi
Tırıvırı Kategorisinden
Bu yazıyı da tamamlayamayıp diğer taslakların yanına gönderirsem hiç şasırmayacağım...
2 ayda bir yazdığım göz önünde bulundurulursa biraz saçma geliyor ama öğrendim ki benim blog bazı arkadaşlara ilham vermiş. Hazır zaman öldüresim var, bir şeyler karalayayım bari dedim. Şimdi okuyan olursa, yazı yazmayı zaman öldürmek olarak algılıyor diyen çıkabilir. Buna da hemen bir açıklık getireyim. Yazı yazmayı değil de bloğa yazı yazmayı bazen öyle görebiliyorum. Bu benim suçum değil, tamamen okuduğum bölümle alakalı bir şey. Üzerimizde kaliteli yazmakla ilgili öyle bir baskı var ki buraya yazdıklarımı istemsiz olarak tırıvırı kategorisine sokuyorum çoğunlukla. Halbuki kaleme alınan her şey, sırf kaleme alındığı için bile özeldir.
Edebiyatla ilgili kariyer yapmayı düşünmeyen ama aynı zamanda ne olacağını da bilmeyen bir insan olarak şu an üniversite hayatımda yaptığım her şey bana lüks gibi geliyor. 2 yıl sonra işsiz kalmayacağımı bilsem de tam olarak nerede ve daha da önemlisi ne yapıyor olacağım hakkında en ufak bir fikrim yok. Doğrusu bunu çok kafama taktığım da söylenemez. Seneye formasyonumu alıp koluma altın bileziğimi de takıcam zaten... (ALMAMAYA KARAR VERDİM) Dolayısıyla kafalar rahat.(KAFAM YİNE RAHAT) Belki de bir öğretmen lisesi mezunu olduğum için bu kadar rahat konuşuyorum (ek puan), ama puanı yetmediği için eğitim fakültesi yerine edebiyat fakültelerine gelen arkadaşlara kız...yok yok kızmıyorum, direk üzülüyorum. Acı çekiyorlar çünkü... En azından bu konu ile ilgili bir derdimin olmaması benim için büyük bir teselli. Şimdiki aklın olsa ne yapardın diye sorsalar aynen bunu yapacağımı söylerdim, zamanında Ankara ile ilgili sahip olduğum önyargıların çoğu da olmazdı herhalde.
Edebiyat değişik bir şey... Sürprizlerle dolu bir şey aslında. Okurken böyle ama edebiyatla profesyonel olarak uğraşan insanlar tam olarak neler hissediyorlardır bilemiyorum. Edebiyat ticari bir uğraş ama ticaret yapmak için çok hassas bir konu. Gerçekten sevdiğim yazarlara dönüp baktığımda eserlerine kendilerinden çok şey kattıklarını görüyorum. Bence işin bu yönü biraz çetrefilli. Belki edebiyatla uğraşmak istemememin en büyük sebebi de budur. Kendimle ilgili çok şey paylaşmaktan korkuyorum. Diyebilirsiniz ki o zaman bu blog da neyin nesi. Bu hiçbir şey, buraya yazamayacağım çok şey var. Bazı şeyler çok rahat unutulabiliyor, unutulabiliyor demeyelim de unutturulabiliyor. Ben hiçbir şeyi unutmak istemiyorum. Belki de yazı yazma isteğim sadece bununla ilgilidir.
Zorla yazdırılan şeylerden tiksiniyorum. Nefret demedim çünkü zaman bana nefretin çok geçici ve aldatıcı bir duygu olduğunu gösterdi. Nefret ediyorum diyen çoğu insan aslında nefret ettiğini sandığı şeyden nefret etmiyor bile. Nefret benim için an'a özgü bir şey ve geçici. Ama bana zorla yazdırılan şeylerin beni tiksindiriyor olması değişmeyecek bir gerçek. Bazen yazmak zorunda bırakıldığım şeyleri okudukça yüzümü ekşitiyorum. Kendimle kavga ediyorum resmen.
Ha, tabi bir de kavga mevzusu var. Kavga etmek çok kötü bir şeydir değil mi? Cıstır hatta. Öyle öğretilmiş çünkü. Kavga eden insanlar da kakadır zaten. Hiç yaklaşmamak gerekir... Böyle bir saçmalık yok, kavga etmek kötü bir şey değildir. Bu tamamen kavga etmenin sende nasıl bir karşılık bulduğuyla alakalı. Ben kavga etmek istiyorum, insan incitmek değil. İnsanlar kavga etmeden de incitiyorlar birbirlerini pekala. Her hissin böyle hareket boyutuna indirilmesi de iyice saçma bir durum zaten. Sevgi için de aynı şey geçerli, çok sevdiğini çok sevdiğini söyleyerek anlatabiliyorsun mesela, böyle alışmış çünkü insanlar. Bu kadar basit aslında, kendini yormana falan hiç gerek yok bazı şeyler için. Taklit et yeter, göklere çıkartılacağından eminim.
2 ayda bir yazdığım göz önünde bulundurulursa biraz saçma geliyor ama öğrendim ki benim blog bazı arkadaşlara ilham vermiş. Hazır zaman öldüresim var, bir şeyler karalayayım bari dedim. Şimdi okuyan olursa, yazı yazmayı zaman öldürmek olarak algılıyor diyen çıkabilir. Buna da hemen bir açıklık getireyim. Yazı yazmayı değil de bloğa yazı yazmayı bazen öyle görebiliyorum. Bu benim suçum değil, tamamen okuduğum bölümle alakalı bir şey. Üzerimizde kaliteli yazmakla ilgili öyle bir baskı var ki buraya yazdıklarımı istemsiz olarak tırıvırı kategorisine sokuyorum çoğunlukla. Halbuki kaleme alınan her şey, sırf kaleme alındığı için bile özeldir.
Edebiyatla ilgili kariyer yapmayı düşünmeyen ama aynı zamanda ne olacağını da bilmeyen bir insan olarak şu an üniversite hayatımda yaptığım her şey bana lüks gibi geliyor. 2 yıl sonra işsiz kalmayacağımı bilsem de tam olarak nerede ve daha da önemlisi ne yapıyor olacağım hakkında en ufak bir fikrim yok. Doğrusu bunu çok kafama taktığım da söylenemez. Seneye formasyonumu alıp koluma altın bileziğimi de takıcam zaten... (ALMAMAYA KARAR VERDİM) Dolayısıyla kafalar rahat.(KAFAM YİNE RAHAT) Belki de bir öğretmen lisesi mezunu olduğum için bu kadar rahat konuşuyorum (ek puan), ama puanı yetmediği için eğitim fakültesi yerine edebiyat fakültelerine gelen arkadaşlara kız...yok yok kızmıyorum, direk üzülüyorum. Acı çekiyorlar çünkü... En azından bu konu ile ilgili bir derdimin olmaması benim için büyük bir teselli. Şimdiki aklın olsa ne yapardın diye sorsalar aynen bunu yapacağımı söylerdim, zamanında Ankara ile ilgili sahip olduğum önyargıların çoğu da olmazdı herhalde.
Edebiyat değişik bir şey... Sürprizlerle dolu bir şey aslında. Okurken böyle ama edebiyatla profesyonel olarak uğraşan insanlar tam olarak neler hissediyorlardır bilemiyorum. Edebiyat ticari bir uğraş ama ticaret yapmak için çok hassas bir konu. Gerçekten sevdiğim yazarlara dönüp baktığımda eserlerine kendilerinden çok şey kattıklarını görüyorum. Bence işin bu yönü biraz çetrefilli. Belki edebiyatla uğraşmak istemememin en büyük sebebi de budur. Kendimle ilgili çok şey paylaşmaktan korkuyorum. Diyebilirsiniz ki o zaman bu blog da neyin nesi. Bu hiçbir şey, buraya yazamayacağım çok şey var. Bazı şeyler çok rahat unutulabiliyor, unutulabiliyor demeyelim de unutturulabiliyor. Ben hiçbir şeyi unutmak istemiyorum. Belki de yazı yazma isteğim sadece bununla ilgilidir.
Zorla yazdırılan şeylerden tiksiniyorum. Nefret demedim çünkü zaman bana nefretin çok geçici ve aldatıcı bir duygu olduğunu gösterdi. Nefret ediyorum diyen çoğu insan aslında nefret ettiğini sandığı şeyden nefret etmiyor bile. Nefret benim için an'a özgü bir şey ve geçici. Ama bana zorla yazdırılan şeylerin beni tiksindiriyor olması değişmeyecek bir gerçek. Bazen yazmak zorunda bırakıldığım şeyleri okudukça yüzümü ekşitiyorum. Kendimle kavga ediyorum resmen.
Ha, tabi bir de kavga mevzusu var. Kavga etmek çok kötü bir şeydir değil mi? Cıstır hatta. Öyle öğretilmiş çünkü. Kavga eden insanlar da kakadır zaten. Hiç yaklaşmamak gerekir... Böyle bir saçmalık yok, kavga etmek kötü bir şey değildir. Bu tamamen kavga etmenin sende nasıl bir karşılık bulduğuyla alakalı. Ben kavga etmek istiyorum, insan incitmek değil. İnsanlar kavga etmeden de incitiyorlar birbirlerini pekala. Her hissin böyle hareket boyutuna indirilmesi de iyice saçma bir durum zaten. Sevgi için de aynı şey geçerli, çok sevdiğini çok sevdiğini söyleyerek anlatabiliyorsun mesela, böyle alışmış çünkü insanlar. Bu kadar basit aslında, kendini yormana falan hiç gerek yok bazı şeyler için. Taklit et yeter, göklere çıkartılacağından eminim.
2 Ekim 2010 Cumartesi
The Most Unfair Thing About Life
“the most unfair thing about life is the way it ends. i mean, life is tough. it takes up a lot of your time. what do you get at the end of it? a death! what's that, a bonus? i think the life cycle is all backwards. you should die first, get it out of the way. then you live in an old age home. you get kicked out when you're too young, you get a gold watch, you go to work. you work forty years until you're young enough to enjoy your retirement. you do drugs, alcohol, you party, you get ready for high school. you go to grade school, you become a kid, you play, you have no responsibilities, you become a little baby, you go back into the womb, you spend your last nine months floating...
...and you finish off as an orgasm.”
George Carlin
15 Eylül 2010 Çarşamba
77
Israrlara dayanamadım,gece gece zırvalamaya karar verdim. Sizlere bu satırları yeni odamda bir yanımda Bengücan diğer yanımda Gülfemsu varken yazıyorum. (Tabi Selda her zaman kalbimde, onu hemen belirtmek isterim) 3. senemizde odamız yine değişti, 76. yurttan 77.yurda transfer olduk. Seneye de 78'de oluruz diyorum ben:)
Aslında Ankara'ya sabah 7 sularında vardım, daha bir gün bile olmadı geleli ama bomba gibi bir başlangıç yaptım döneme. Şaka bir yana sabah sabah aştiye geri dönmek zorunda kaldım, telefonumu düşürmüşüm taksi kuyruğunda Gülfem Hanım'a cevap vermeye çalışırken. Neyse ki Selda Sultan'ı kandırıp - ki kendisini her zaman kandırırım- zorla aştiye götürdükten sonra telefonumu almayı başardım.
Gelelim Ankara'ya... İtiraf etmek gerekirse 3,5 aylık yaz tatili özellikle staj yapmayan bir öğrenci için oldukça uzun. İlk bir ayın nasıl geçtiğini pek anlamıyorsunuz ama ben Temmuz'da çok sıkıldım, geçirdiğim rahatsızlıkların da bunda etkisi vardı tabi. Şu 3,5 aylık süreçte en çok Ağustos'ta eğlendim sanırım. Neden derseniz;
Selda Sultan İzmir'e teşrif ettiler. Cicişle(!) gezmediğimiz yer kalmadı diyebilirim, ancak kendisi çok hassas bir insan olduğu için hava değişikliği ona pek yaramadı, alerji olup memleketine geri döndü bir hafta sonra:) Aslında Gülfem'i de bekliyorduk ama o anne faktöründen gelemedi, sevgili anneciğini Gülfem'in bizimle olduğuna hiçbir zaman inandıramadık bu iki sene içerisinde, nedense. Bunun haricinde tekrar İzfaş'ta mihmandar olarak çalışma fırsatım oldu. Bu seneki organizsayon geçen seneye göre oldukça kötü olduğu için hevesim kırıldı, oturup detayları yazasım yok. Ancak Swiss Desk'te hayat çok güzeldi diyebilirim. 2010 Dünya Basketbol Şampiyona'sının İzmir grubundaki takımlar Swiss Otel'de kaldıkları için bayağı cümbüşlüydü ortam. Bu dev adamlar çok bakımlılarmış doğrusu. Bir de, ye ye doymadılar.
Neyse Ankara diyorduk, sene başlarında hep aynı hissiyat içerisinde olduğum için şu anki heyecanımın, merakımın yakın zamanda geçeçeğini biliyorum. Geçmeyebilir de aslında.
02.06
En güzelinden bir edit: Artık resmen Uluslararası İlişkiler'de yan dal yapmaktayım.
Aslında Ankara'ya sabah 7 sularında vardım, daha bir gün bile olmadı geleli ama bomba gibi bir başlangıç yaptım döneme. Şaka bir yana sabah sabah aştiye geri dönmek zorunda kaldım, telefonumu düşürmüşüm taksi kuyruğunda Gülfem Hanım'a cevap vermeye çalışırken. Neyse ki Selda Sultan'ı kandırıp - ki kendisini her zaman kandırırım- zorla aştiye götürdükten sonra telefonumu almayı başardım.
Gelelim Ankara'ya... İtiraf etmek gerekirse 3,5 aylık yaz tatili özellikle staj yapmayan bir öğrenci için oldukça uzun. İlk bir ayın nasıl geçtiğini pek anlamıyorsunuz ama ben Temmuz'da çok sıkıldım, geçirdiğim rahatsızlıkların da bunda etkisi vardı tabi. Şu 3,5 aylık süreçte en çok Ağustos'ta eğlendim sanırım. Neden derseniz;
Selda Sultan İzmir'e teşrif ettiler. Cicişle(!) gezmediğimiz yer kalmadı diyebilirim, ancak kendisi çok hassas bir insan olduğu için hava değişikliği ona pek yaramadı, alerji olup memleketine geri döndü bir hafta sonra:) Aslında Gülfem'i de bekliyorduk ama o anne faktöründen gelemedi, sevgili anneciğini Gülfem'in bizimle olduğuna hiçbir zaman inandıramadık bu iki sene içerisinde, nedense. Bunun haricinde tekrar İzfaş'ta mihmandar olarak çalışma fırsatım oldu. Bu seneki organizsayon geçen seneye göre oldukça kötü olduğu için hevesim kırıldı, oturup detayları yazasım yok. Ancak Swiss Desk'te hayat çok güzeldi diyebilirim. 2010 Dünya Basketbol Şampiyona'sının İzmir grubundaki takımlar Swiss Otel'de kaldıkları için bayağı cümbüşlüydü ortam. Bu dev adamlar çok bakımlılarmış doğrusu. Bir de, ye ye doymadılar.
Neyse Ankara diyorduk, sene başlarında hep aynı hissiyat içerisinde olduğum için şu anki heyecanımın, merakımın yakın zamanda geçeçeğini biliyorum. Geçmeyebilir de aslında.
02.06
En güzelinden bir edit: Artık resmen Uluslararası İlişkiler'de yan dal yapmaktayım.
16 Ağustos 2010 Pazartesi
Eğer Okumadıysanız...
Oscar Wilde'ın tutuklu olduğu zamanlarda sevgilisi Lord Alfred Douglas'a yazdığı mektup...Aforizmalarla dolu olan bu mektup, Wilde'ın geçmişteki hatalarını kısmen kabul edip günah çıkartması sebebiyle ayrı bir önem taşıyor aslında. Eserde Wilde'ın yaşadığı topluma, zamana, eğitim sistemine, dine ve hedonizme bakış açısını da öğrenebilirsiniz. Farklı bir Oscar Wilde görmek isteyenlere önerilir.
"...Like all poetical natures he (Christ) loved ignorant people. He knew that in the soul of one who is ignorant there is always room for a great idea. But he could not stand stupid people, especially those who are made stupid by education: people who are full of opinions not one of which they even understand, a peculiarly modern type, summed up by Christ when he describes it as the type of one who has the key of knowledge, cannot use it himself, and does not allow other people to use it, though it may be made to open the gate of God's Kingdom."
Yer Altından Notlar'ı okumak için çok geç kaldığımı kitabın ilk sayfasını bitirdikten sonra anladım. Dostoyevski bu kitabını ikiye ayırmış. İlk bölümde kavramlara, duygulara genel olarak bakarken, ikinci bölümde bunların tamamını hikayeleştirerek argümanını soyutluktan kurtarmaya çalışmış bence. Yani ikinci bölüm, birinci bölümün görselleştirilmiş hali gibi. Kitabı parçalara ayırıp fikir beyan etmek ne kadar doğru bilmiyorum ama ilk bölüm beni daha çok etkiledi sanki, ancak ikinci kısımdaki hikayeyi de yabana atmamak lazım, özellikle de son sayfalara doğru daha bir ivme kazanıyor olaylar. Kitap yazlıkta kaldığı için alıntı yapamayacağım ama aşağıdaki cümle şu an bile aklımda.
"Benim yaptığım, sizin ancak yarıya kadar götürmeyi göze alabildiğiniz şeyleri kendi hayatımda aşırıya vardırmaktan başka bir şey değildir."
27 Temmuz 2010 Salı
The Tudors
Ve The Tudors biter.
Baştan sona firesiz izleyebildiğim ilk dizi oldu kendisi:) English History II'de öğrendiğim bilgilerimi de tazeledim. Aslında dizinin isminin The Tudors olması çok saçma, çünkü Tudor hanedanının tamamını içermiyor anlatılanlar.
...
Diziyle birlikte Natalie Dormer'a hayran kaldım ki kendisini Casanova'dan beri beğenirim zaten. Jonathan ile ilgili fikirlerimde bir değişiklik olmadı. Henry Cavill'a rolü gereği ilk önce sinir oldum, sonradan onayımı aldı kendisi. Sam Neill, Wolsey rolünde oldukça iyiydi ve (bence) dizinin en etkiliyici sahnesine imzasını atmış bulunmakta:
Çok iyi hatırlıyorum, Henry için tarih kitabımızda babası kadar zeki değildi yazıyordu. Bununla birlikte Fransa ve İspanya arasında oyuncak olduğu, babasının kendisine bıraktığı parayı düzgün kontrol edemediği iddia ediliyordu. Dizide bu güzel yansıtılmış. Dindar Mary'nin Bloody Mary olma yolundaki süreci güzel anlatılmış. İngiltere'nin Roma ile bağlantısını koparması ve arkasında yatan sebepler iyi işlenmiş. Anne'ciğimin kızı Elizabeth'in ileride İngiltere Kraliçesi olup, erkek hükümdarlara taş çıkartacağının da ipuçları verilmiş. Dizideki tek eksik nokta Henry VIII dönemindeki çıkan isyanların ya da savaşların muhtemelen maddi sebeplerden ötürü çok da üzerinde durulmayışıydı. Senaristler bu eksikliği farklı şekillerde kapatmaya çalışmışlar gerçi, haklarını yemeyelim:)
Bu da dizinin finali (Holbein'in meşhur tablosuna dikkat!):
Sırada Rome var. Şimdiden açıklıyorum True Blood'ı izlemeyeceğim.
Edit 1: Bunu izleyen Elizabeth The Virgin Queen'i de izledi.
Edit 2: Rome'daki Atia bizim Aşk-ı Memnu'daki Firdevs'in ta kendisiymiş:)
16 Haziran 2010 Çarşamba
Block Quotatiton
He still had enough perfume left to enslave the whole world
if he so chose. He could walk to Versailles and have the king kiss
his feet. He could write the pope a perfumed letter and reveal
himself as the new Messiah. He could do all this, and more, if he
wanted to. He possessed a power stronger than the power of money,
or terror, or death - the invincible power to command the love of
man kind. There was only one thing the perfume could not do. It
could not turn him into a person who could love and be loved like
everyone else. So, to hell with it he thought. To hell with the
world. With the perfume. With himself.
Perfume:The Story of A Murderer
9 Haziran 2010 Çarşamba
Ağlasam Sesimi Duyar Mısınız?
Hazır tatil moduna geçmişken ve henüz elle tutulur şeyler yapmıyorken sözlüğe geri döneyim bari dedim. Aylak aylak gezinirken aklıma birden Judith Butler geldi. Hakkında neler yazılmış bir girip okuyayım istedim. Sonuç: sadece bir entry! Hayal kırıklığının daniskasını yaşadım o an resmen. Ben ki Judith'in Ankara'ya geleceğini ekşi sözlükten öğrenmiş, bunu okulumdaki akademisyenlere ulaştırmıştım. Uludağın bu durumunu kendime yediremediğimden hemen ekşinin sitesine girip yazar olmak için kaydoldum. Geçen sene yazar kabul etmeyen ekşinin şu sıralar yeni insanlara açık olması sevindirici bir şey.Tabi her sözlük gibi ekşinin de insanları çaylak yaptığı bir dönem var, bu şaşırılacak bir şey değil. Ben de on adet entry'mi girdim ( çaylakken girmeniz gereken entry sayısı on) hızımı alamamış on birinciyi de girecekken bana "tamam orada dur bakalım sen!" uyarısı verildi. İşte bu duruma alışık değildim. Uludağda çaylak olsan da istediğin kadar entry girebiliyordun. Neyse, daha sonra merakla kontrol merkezine girdim, bakalım neler diyorlar, ne zaman yazar olacakmışım diye. İşte karşılaştığım manzara... Direk copy paste'dir:
şu anda çaylak onay listesinde 55591. sıradasınız. bu sıra ilk defa onay bekliyor olmanıza ve 10 entry'yi ne zaman doldurduğunuza göre belirlenmektedir.
Mahvoldum, yıkıldım, bittim gördüğüm zaman şu iki cümleyi. 55591 nedir yahu! Kendimi eski zamanlarda devlet hastahanesinde sıra bekleyen zavallı bir nine gibi hissettim. Benim ömrüm yeter mi ki bu sıranın bittiği günü görmeye! Bu şokun ardından daha okkalı bir bildiri geldi şu şekilde:
girmeniz gereken tüm entry'leri girdiniz. entry'leriniz mümkün olan en kısa sürede incelenecektir. yine de bu yoğunluk dahilinde bu değerlendirme günler, aylar, yıllar sürebilir. yazarlığınız onaylandığı takdirde size bir e-mail gelecek. o e-mail'i saklayın. sonra bu e-mail'i bir inkjet'ten print edip dolunay'da bir mezarlığa batıya bakacak şekilde gömün. üstüne bir bardak su için. pilav yiyin. eğer sadece bir kaç ( tam da hatadan bahsederken birkaç'ı bu şekilde yazıyor olmaları çok ironik tabi!) hatalı entry'nizi bulursak bunlar silinebilir bu takdirde tekrar 10 entry tutacak kadar entry girmek durumunda kalacaksınız. eğer tamamen alakasız bir insan olduğunuza karar verilirse kullanıcınız silinecektir. kullanıcınız silindikten sonra aynı kullanıcı adıyla tekrar tekrar, dilediğiniz kadar, ta ki şahane bir sözlük yazarı olana kadar başvurabilirsiniz.
Elimden hiçbir şey gelmez tabi. Beklemedeyim. Artık bir yıl sonra mı yazar olurum, yoksa hiç olamaz mıyım bilemiyorum ama şu anda uludağa geri dönüp birkaç entry gireceğim kesin...
16 Mayıs 2010 Pazar
(The Classification of) Women by C.B.
Dün bu kayıtla uğraşırken ekstra yorgun olduğum için yorumlarımı an itibariyle yapmaktayım. Bakalım Bukowski amca ne demiş.
"Pek çok iyi adam bir kadın tarafından köprü altına düşürülmüştür." ( Düşenler orda kalsın, kalan sağlar bizimdir)
Bir kadın olarak doğmuş olsaydım,kesinlikle orospu olurdum.(Bu da erkeklerin favori lafı heralde, ne meraklılarmış!) Erkek olarak doğduğum için sürekli kadınları arzuladım,ne kadar aşağılardaysan o kadar iyidir.Buna rağmen kadınlar-iyi kadınlar-beni korkuttu çünkü onlar ruhunuzu ele geçirmek isterler sonunda.(neden acaba!) peki o zaman ne kalırdı benden geriye korumak isteyeceğim?( sadete gel...) Açıkçası fahişeleri,düşmüş kadınları arzu ettim,çünkü ölüdür onlar ve serttirler,sizden hiçbir şey istemezler.Çekip gittikleri zaman hiçbir şey kaybetmezsiniz.( İşte bu...) Öte yandan bütün bunaltıcı bedellerine rağmen yumuşak,iyi kadınlara da hasret çektim.(doğaldır tabi) İki türlü de kaybettim.( bu tamamen senin beceriksizliğin) Güçlü bir adam her ikisinden de vazgeçerdi.( antik feylozoflar gibi homoseksüel olurdun böylece) Ben güçlü değildim. Böylece kadınlarla,kadın düşüncesiyle uğraştım durdum." (emin ol onlar da seninle uğraşmışlardır)
Charles Bukowski /Women
Dün Judith Butler konferansında en çok beğendiğim soru en kısa ve en net olan soruydu: Niye birini sevmek bu kadar zor? O yukarda yazanlardan dolayı işte. Ve tabi bunun bir de kadın tarafı var ki salla gitsin.
"Pek çok iyi adam bir kadın tarafından köprü altına düşürülmüştür." ( Düşenler orda kalsın, kalan sağlar bizimdir)
Bir kadın olarak doğmuş olsaydım,kesinlikle orospu olurdum.(Bu da erkeklerin favori lafı heralde, ne meraklılarmış!) Erkek olarak doğduğum için sürekli kadınları arzuladım,ne kadar aşağılardaysan o kadar iyidir.Buna rağmen kadınlar-iyi kadınlar-beni korkuttu çünkü onlar ruhunuzu ele geçirmek isterler sonunda.(neden acaba!) peki o zaman ne kalırdı benden geriye korumak isteyeceğim?( sadete gel...) Açıkçası fahişeleri,düşmüş kadınları arzu ettim,çünkü ölüdür onlar ve serttirler,sizden hiçbir şey istemezler.Çekip gittikleri zaman hiçbir şey kaybetmezsiniz.( İşte bu...) Öte yandan bütün bunaltıcı bedellerine rağmen yumuşak,iyi kadınlara da hasret çektim.(doğaldır tabi) İki türlü de kaybettim.( bu tamamen senin beceriksizliğin) Güçlü bir adam her ikisinden de vazgeçerdi.( antik feylozoflar gibi homoseksüel olurdun böylece) Ben güçlü değildim. Böylece kadınlarla,kadın düşüncesiyle uğraştım durdum." (emin ol onlar da seninle uğraşmışlardır)
Charles Bukowski /Women
Dün Judith Butler konferansında en çok beğendiğim soru en kısa ve en net olan soruydu: Niye birini sevmek bu kadar zor? O yukarda yazanlardan dolayı işte. Ve tabi bunun bir de kadın tarafı var ki salla gitsin.
9 Mayıs 2010 Pazar
Biraz Öncekine Başlık Bulamadıysam Buna Hiç Bulamam Hocam!
Ya ben biraz önce yazdım ama yazmak istediğim şeyler onlar değildi sanki ancak ne yazmak istediğimi de bilmiyorum tam anlamıyla...Belki de nerden başlamam gerektiğini bilmiyorum fakat o da olamaz çünkü bu benim sınav sendromum, blog sendromum değil... Sınavlarda da hep böyle olur. Millet ikinci sayfaya geçer, ben "dur girişim özlü söz gibi olsun sonra saçmalarsam da bişey olmaz, sonuçta ilk izlenim iyidir" falan diye düşünürüm, o sırada da iki dersten biri gider zaten.
Şu ana kadar yazdıklarımı okudum da saçmalamışım... Peki, olabilir. Hepimiz saçmalarız bazen.
Şu ana kadar yazdıklarımı okudum da saçmalamışım... Peki, olabilir. Hepimiz saçmalarız bazen.
Başlık Koymasak Not Kırar Mısınız Hocam?
19.yy İngilteresi bu ikilik olayına cidden takmış, onu anladım. Wilde'ın muhteşem eseri The Picture of Dorian Gray gibi Robert Louis Stevenson'ın eşit derecede muhteşem romanı Dr. Jekyll and Mr. Hyde da 'duality' temasını esas almış. Söyledikleri şeyler birbirine yakın aslında:
İyi de kötü de bizim içimizdedir. İkisi de eşit derecede baskındır. Birisini öne çıkarmak ya da daha etkin hale getirmek senin elindedir. Ancak dikkat et baskın hale getirdiğin taraf kontrolü senin elinden almasın.
Ne gariptir ki iki romanda da içimizde taşıdığımız o kötü tarafın eninde sonunda bizleri kontrol altına aldığı ve kötü olana yenildiğimiz yansıtılmış. Pek de yanlış sayılmaz aslında bu görüş, çünkü kötü bizi direk zaaflarımızdan vurur ve insanın zaaflarına teslim olması kadar doğal bir şey yoktur.
...
Yukarıda da görebileceğiniz gibi novel dersi bana bu yıl birçok güzellik yaptı ve en hoşu Valerie'nin Great Expectations'ı da okunacak romanların arasına dahil etmesiydi. Gerçi sevgili Pip bütün roman boyunca Estella da Estella diye bizi öldürse de bu kitap sadece Miss Havisham için bile okunur derim. Bir ara sevdiğim satırları buraya da yazayım demiştim ama işin içinden çıkamadım:) Favorimi bile seçemiyorum aslında ama işte sadece bir tanesi...
No matter how unreasonable the terror, so that it be terror! Öyle ama yalan mı? Adam kediden korkuyor mesela. Kedi ayol nesinden korkuyorsun diyebilir misin?
Neyse zırva moduna dönmeden edebi muhabbetimizi burada sonlandırıyorum....
Gelelim filmlere...
İtiraf ediyorum Kuzuların Sessizliğini yeni seyrettim. Anthony Hopkins gibi cici bir adamdan korkacağımı hiç düşünmezdim doğrusu. Oscar'ı hak etmiş, gelsin bir tane de ben vereceğim. O ne güzel yüz yemektir öyle, hayran kaldım valla:P Jodie Foster'ı severdim zaten, yine sevdim. Gencecikmiş o zamanlar. Bu arada 14 yıllık kız arkadaşını saçma sapan bir kadın için terketmiş. Aşk olsun diyorum kendisine burdan okuyorsa...O da fena oynamamış. Filmdeki loser Dr. Chilton'ı da Lecter yiyormuş ikinci filmde çok sevindim. Yandaki kare de benim için en korkutucu kareydi filmdeki...Tipe bak!
American Beauty ( Türkçesini yazmıyorum, yanlış anlamışlar çünkü filmi bütünüyle) ve
Guguk Kuşu'nu da izlemenizi tavsiye ederim.
Bitti.
3 Nisan 2010 Cumartesi
Gecikmiş Bir Söz
Benim sevdiğimi herkes sever:P
Aniden gelen bir telefonla son ayların en güzel günlerinden birini yaşadım geçen cuma. Telefonun bir ucunda yaklaşık 8-9 aydır görmediğim Ece (ki bu yüzden sesini alamadım:p) ve ardından gelen müthiş bir gece...
Ece: Tahmin et nerdeyim?...
Beste: Geliyorum:)
Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun tabi de gecenin en anlatılası olayı Gülfem ve Selda'nın günün ilerleyen saatlerinde bize katılması oldu. Anlaşırlar diyordum ama şunu beklemiyordum gerçekten:
Aniden gelen bir telefonla son ayların en güzel günlerinden birini yaşadım geçen cuma. Telefonun bir ucunda yaklaşık 8-9 aydır görmediğim Ece (ki bu yüzden sesini alamadım:p) ve ardından gelen müthiş bir gece...
Ece: Tahmin et nerdeyim?...
Beste: Geliyorum:)
Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun tabi de gecenin en anlatılası olayı Gülfem ve Selda'nın günün ilerleyen saatlerinde bize katılması oldu. Anlaşırlar diyordum ama şunu beklemiyordum gerçekten:
Selda'nın bu fotoğrafı gördüğünde vereceği ilk tepkiyi biliyorum:P
Cuma geceleri Mozzy'de çalan Ece'nin abisine başarılarının devamını diliyor, ulaşım konusundaki yardımları sebebiyle kendisine minnettar olduğumuzu iletiyoruz. Ulaşım demişken, buradan yetkililere sesleniyorum, lütfen Park Caddesi'ne de 2-3 ring koyun, çok şey kaçırıyoruz:P
6 Mart 2010 Cumartesi
Hanimiş Benim Zırvam
Önsöz: Esrarengiz bayanın fotoğrafını buralara koyarak bir nevi ölüm fermanımı imzalamış bulunuyorum fakat aşk dolu bakışlar serimizin devamı niteliğinde olan bu fotoğrafımızı paylaşmadan edemedim.( uyuzluk da var tabi biraz:P) Eserin sahibi kim bilemiyorum ancak telefon sahibi Zeynep Hanım'a buradan teşekkürlerimi iletir, IPhone'una uzun ömürler dilerim.
Ve Günün Konusu, Özgeçmiş Yazımı
Malum son zamanlarda bu konuyla pek içli dışlı olduğumuz için kişisel deneyimlerimin bir kısmını halkımız ile paylaşmak istedim.:p Nacizhane fikrim özgeçmişin, bir insanın kendisi ile ilgili farkındalığını arttırmak için başvurulabileceği en etkin yöntemlerden birisi olduğudur. Yani kağıtta sıktıklarınıza inanmayacak kadar gerçekçi bir insansanız durumunuzu görmek hiç de zor olmuyor açıkcası. Bu zorlu mücadelede bizim durumumuzu merak edecek olursanız...
Sertifikalar:
(İç ses) Kariyer Gelişim Sertifikası var, o olabilir.
(Arkadaştan gelen dış ses) Yüksek Şeref belgesi sayılır mı acaba?:)
İş Deneyimleri:
(Kibirli bir dış ses) İzfaş tabi ki!!!
Diller:
(Dış seslerinin ortak paydası) Lisede almıştım ama sen yaz Almanca'yı da... beginner:)
İlgiler:
(MMÇ dış ses) Beste, benim ilgilerim ne yahu?
(Bengü dış ses)Ben:))
ve bir de kişisel özellikler bölümü var ki,
(İç ses) Dik kafalı
(Dış ses) Mükemmelliyetçi
(İç ses 2) Bencil
(Dış ses 2) idealist
(İç ses 3) Kıskanç
(Dış ses 3)Grup çalışmasına yatkın
Tüm bu aşamalardan sonra belgeler gerekli mercilere ulaşadursun, biz de sonuçları bekleyelim bakalım...Sonuçlar demişken bir dış sesle yazımı tamamlamak isterim... "Allah'ım nolur nolur nolur, şu istediğim 4 küçük şey oluversin, bir daha ütopik isteklerle karşına gelmeyeceğim, söz:P"
Ve Günün Konusu, Özgeçmiş Yazımı
Malum son zamanlarda bu konuyla pek içli dışlı olduğumuz için kişisel deneyimlerimin bir kısmını halkımız ile paylaşmak istedim.:p Nacizhane fikrim özgeçmişin, bir insanın kendisi ile ilgili farkındalığını arttırmak için başvurulabileceği en etkin yöntemlerden birisi olduğudur. Yani kağıtta sıktıklarınıza inanmayacak kadar gerçekçi bir insansanız durumunuzu görmek hiç de zor olmuyor açıkcası. Bu zorlu mücadelede bizim durumumuzu merak edecek olursanız...
Sertifikalar:
(İç ses) Kariyer Gelişim Sertifikası var, o olabilir.
(Arkadaştan gelen dış ses) Yüksek Şeref belgesi sayılır mı acaba?:)
İş Deneyimleri:
(Kibirli bir dış ses) İzfaş tabi ki!!!
Diller:
(Dış seslerinin ortak paydası) Lisede almıştım ama sen yaz Almanca'yı da... beginner:)
İlgiler:
(MMÇ dış ses) Beste, benim ilgilerim ne yahu?
(Bengü dış ses)Ben:))
ve bir de kişisel özellikler bölümü var ki,
(İç ses) Dik kafalı
(Dış ses) Mükemmelliyetçi
(İç ses 2) Bencil
(Dış ses 2) idealist
(İç ses 3) Kıskanç
(Dış ses 3)Grup çalışmasına yatkın
Tüm bu aşamalardan sonra belgeler gerekli mercilere ulaşadursun, biz de sonuçları bekleyelim bakalım...Sonuçlar demişken bir dış sesle yazımı tamamlamak isterim... "Allah'ım nolur nolur nolur, şu istediğim 4 küçük şey oluversin, bir daha ütopik isteklerle karşına gelmeyeceğim, söz:P"
6 Şubat 2010 Cumartesi
Me, Myself and I
http://www.rebekkagudleifs.com/
Masumiyeti kendi ellerimizle öldürürken, olanları şaşkınlıkla izleriz bazen.
Masumiyeti kendi ellerimizle öldürürken, olanları şaşkınlıkla izleriz bazen.
25 Ocak 2010 Pazartesi
Nereden Nereye
Böyle sonuçlanacağını düşünmemiştim bugünün.
Utanılacak bir şey mi bilmiyorum ama şiir aklıma hep sıkkın olduğum zamanlarda gelir. Kasvetli şiirleri okudukça daha bir sıkılır ama sonunda ironik bir şekilde rahatlarım. Bugün yine öyle anlarımdan birinde aklıma Sylvia Plath geldi. Bana göre şiirleri gibi yaşamı da çok etkileyicidir Plath'in. Belki bilindik şeylerdir başından geçenler (babayla sorunlu bir ilişki, babasıyla özdeşleştirdiği adamın onu aldatması...)ama bu olayların ondaki izinin eserlerine yansıması gerçekten farklı olmuştur ki şiirlerini kendine has kılan da budur bence. Bu arada itiraf etmek gerekirse her zaman ürkek bir şekilde okumuşumdur bu kadının şiirlerini. Hep ya anlayamazsam korkusu olmuştur bende, garip bir şey. İlk okuduğum şiiri Mad Girl's Love Song'tur ki bu şiiri 2008'in kasımında Valerie'ye de okumuştum:
"I shut my eyes and all the world drops dead;
I lift my lids and all is born again.
(I think I made you up inside my head.)
The stars go waltzing out in blue and red,
And arbitrary blackness gallops in:
I shut my eyes and all the world drops dead.
I dreamed that you bewitched me into bed
And sung me moon-struck, kissed me quite insane.
(I think I made you up inside my head.)
God topples from the sky, hell's fires fade:
Exit seraphim and Satan's men:
I shut my eyes and all the world drops dead.
I fancied you'd return the way you said,
But I grow old and I forget your name.
(I think I made you up inside my head.)
I should have loved a thunderbird instead;
At least when spring comes they roar back again.
I shut my eyes and all the world drops dead.
(I think I made you up inside my head.)"
Yazılanlara göre başarılı bir öğrenciymiş Sylvia, hırslıymış aynı zamanda. Smiths College'dan burs kazanmış, New York'ta bir moda dergisinde staj yaptığı dönemlerde ruhsal bunalıma girmiş ve kısa bir süre sonra da intihar girişiminde bulunmuş ancak ölümün pençesinden kurtulmayı başarmış. (Tabi o gerçekten kurtulmak istiyor muydu bilinmez.)
Kocası Ted Hughes'a gelirsek o da Sylvia gibi edebiyat dünyasından. Çiftin iki çocukları var ancak her ne olduysa aralarında, Ted günün birinde Sylvia ve çocuklarına sırtını dönüveriyor. Hughes'la ilgili çok bilgim yok ama kendisiyle ilgili söyleyebileceğim tek bir şey var o da Sylvia'nın ölümünden kısa bir süre önce yazdıklarını yakmasının olağanüstü bencil bir davranış olduğu. Her ne kadar Hudges'ın savunması oldukça masum görünse de yapılan şeyin kabul edilebilir bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. ( savunma: What I actually destroyed was one journal which covered maybe two or three months, the last months. And it was just sad. I just didn't want her!children to see it, no. Particularly her last days.) İzin verirseniz hadi ordan demek istiyorum!
Neyse,konuya geri dönersek kocası Ted'in Assie Wevill ile olan ilişkisini kabullenen Sylvia iki çocuğunu da alıp Londra'ya geliyor ve 1963'te gaz açıkken kafasını fırına sokup intihar ediyor. Annesinin deyimiyle Sylvia zaten intihara eğilimli bir kız. Ölmeden kısa bir süre önce yazdığı Lady Lazarus adlı şiirine göz atarsak bu gerçeği çok daha rahat görebiliriz:
"i have done it again.
one year in every ten
i manage it" (Geçmişte teşebbüs ettiği intiharlar? ve gelecekte hayatına son verecek olan intihara ithafen)
Plath'in Daddy adlı şiiri de pek meşhurdur. Babası için yazdığı bu şiirde kocasına da göndermeler yapmıştır Plath:
"i have always been scared of you,
with your luftwaffe,your gobbledygoo.
and your neat moustache
and your aryan eye, bright blue.
panzer man, panzer man, o you!
...
if i’ve killed one man, i’ve killed two-
the vampire who said he was you
and drank my blood for a year,
seven years, if you want to know.
daddy, you can lie back now."
Son olarak Sylvia'nın mezarında "Even amidst fierce flames, the golden lotus can be planted" yazılıdır ki oldukça manidardır bu cümle hayatını düşünürsek.
Küçük bir not geçmek gerekirse yukarıda bahsettiğim Assie adlı bayan da Ted Hughes ile birlikteyken aynen Sylvia'nın yöntemiyle intihar etmiştir. Garip.
Bir başka not ise yeni yeni tanımaya başladığım Nilgün Marmara ile ilgili . Kendisi Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu ve idollerinin başını Sylvia Plath çekiyor. Hatta Plath hakkında "Syvia Plath'in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi" adlı bir tezi de bulunmaktadır ki tez şu sözlerle başlıyormuş. Etkilendim, yazacağım:
"çölde
bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi.
çömelmiş oturuyor
yüreğini ellerinde tutuyor
yiyordu.
dedim ki: 'tadı güzel mi dostum?'
'acı, acı' diye karşılık verdi,
'ama seviyorum
çünkü acı
ve benim kalbim'" ( Alıntı Nilgün Marmara'ya ait değil, esas şairin tam adını bulamadım ne yazık ki- ekşiye göre H. Grane'ymiş.)
Nilgün Marmara da sadece 29 yaşındayken intihar edip hayatına son vermeyi tercih etmiş. Bu da garip cidden.
Evet, bugünün böyle sonlanacağını hiç düşünmemiştim. Güzel oldu ama...
18 Ocak 2010 Pazartesi
Manyaklık
Amaçsız bir kayıttır. Eminim Oscar Wilde yaşasaydı şu yaptığımla dalga geçerdi (Bir yazanlar bir de alıntı yapanlar vardır diye.) ama elimde değil bu paragrafı paylaşacağım. Unutmak istemiyorum çünkü. Hem başkaları da görsün, öğrensin. Bir faydam olur belki.
The Remarkable Rocket
"...Well that is his loss, not mine," answered the rocket. "I am not going to stop talking to him merely because he pays no attention. I like hearing myself talk. It is one of my greatest pleasures. I often have long conversations all by myself, and i am so clever that sometimes i don't understand a single word of what i am saying."
http://www.literaturecollection.com/a/wilde/333/
The Remarkable Rocket
"...Well that is his loss, not mine," answered the rocket. "I am not going to stop talking to him merely because he pays no attention. I like hearing myself talk. It is one of my greatest pleasures. I often have long conversations all by myself, and i am so clever that sometimes i don't understand a single word of what i am saying."
http://www.literaturecollection.com/a/wilde/333/
11 Ocak 2010 Pazartesi
Teleköle
2.sınıf ELIT öğrencileri olarak geçen cuma itibariyle güz dönemini kapatmış olduk. Herkesin iyi bir tatile ihtiyacı olduğu açıktı ama Bilkent'in erken kalkan yol alır zihniyeti ne yazık ki bizi yine mağdur etti. Malumunuz herkes finalleriyle uğraştığı için etrafta bir tek genç yok. Durum bu iken benim payıma da evde oturup televizyon izlemek düştü bugün ve farkettim ki televizyonla aramdaki o duygusal bağdan eser kalmamış. Ancak birkaç detay vardı ki bu sevimli kutucukta bahsetmeden edemeyeceğim doğrusu.
Ben bugün bunları gördüm:
Gündüz kuşağının izdivaç programları tarafından ele geçirilmesi ve bu evlilik programlarındaki damat ve gelin adaylarının genellikle 50 yaş ve üzeri olması.
İki üzüm bağı, 50 fındık, 30 ceviz, 50 elma ağacı, 20 kovan arısı olan Ali Amca, Emine Teyzeyi evlenmeye ikna edebilecek mi? ( Emine Teyzem'in motivasyonu o kadar yüksek ki kendisi çoktan tav olmuş zaten, ona 20 kovan arısı yeterdi bence.)
Hong-Kong'ta uzun süreden beri yalnız olan ve ruhsal dengesi bozuk olduğu belirtilen bir 'yatandaşın', parkta demir bir bankın üzerine oturarak, mastürbasyon yapmayı denemesi. (Bahsi geçen bankın deliklerinin ufak olduğu bilgisini verip hikayenin geri kalan kısmını sizin hayal gücünüze bırakmak isterim.)
Cine5'in Trabzonsporlu bir futbolcunun eşini dövmesi konulu haberi esnasında fonda Beyonce Knowles'tan "If I Were A Boy" adlı parçayı çalması. (Ah ben bir erkek olsaydım, o zaman sana gösterirdim dünyanın kaç buçak olduğunu:S)
Çocuklarının isimlerini Polat ve Memati olarak değiştirmek isteyen anne-babanın Yargıtay'ın red kararıyla şoka uğramaları. Polat ismine hayhay diyen yargıtayın Memati'ye cık demesiyle Türkiye'de erkek çocuklarına Memati isminin konulamayacağı resmen onanmış oldu. (Not: Memati Arapça'da ölüm veya ölümcül anlamına geliyormuş, sebep bu.)
Beste İzmir'den bildirdi.
Günün alakasız sosyal içerikli mesajı ise 2 kişiye ithaf edilmektedir: Son bir ay içerisinde gördüklerim ve duyduklarım hemcinslerimle ilgili olan kaygıların ne kadar doğru olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. İki cinsin rolleri tamamiyle değiştirdiği su götürmez bir gerçektir. Artık bu devirde erkekler hangi kızlara güvenecek azizim. Kızlar, lütfen kendimize gelelim. Çok ayıp!
27 Aralık 2009 Pazar
Eylül Akşamı
Bu şarkı benim hayatımda çok önemli bir yere sahip değildi belki ama çok sevdiğim bir insanın şu ana kadar verdiği en mantıklı (ay pardon en duygusal!) kararlardan birisi için onu teşvik etti...
Cesaretinize hayranım efendim. Keşke herkes sizin kadar cesur olabilseydi aklındakileri açık açık söyleyebilmek için. Telepati yapmak zorunda kalmazdık o zaman. Özendim doğrusu.
Telif haklarını gönderiyorum birilerine:)
Hiçbir Neden Yokken ya da Biz Bilemezken Tepemiz
Atmış ve Konuşmuşuzdur. Onca Neden Varken ve
Tam Sırası Gelmişken Hiçbir şey Yapmamış ve
Susmuşuzdur. Aynı Anda Aynı Sessiz Geceye Doğru
İçim Sıkılıyor Demişizdir. Aynı Sabaha Uyanırken
Kimbilir Aynı Düşü Görmüşüzdür. Olamaz mı?
Olabilir.
Onca Yıl Sen Burada
Onca Yıl Ben Burada
Yollarımız Hiç Kesişmemiş
Şu Eylül Akşamı Dışında.
Belki Benim Kağıt Param Bir Şekilde Döne Dolaşa
Senin Cebine Girmiştir. Belki Aynı Posta Kutusuna
Değişik Zamanlarda da Olsa Birkaç Mektup
Atmışızdır. Ayın Karpuz Dilimi Gibi Batışını
İzlemişizdir Deniz Kıyısında. Aynı Köşeye
Oturmuşuzdur Köhnede Belki de Birkaç Gün Arayla
Olamaz mı? Olabilir.
Onca Yıl Sen Burada
Onca Yıl Ben Burada
Yollarımız Hiç Kesişmemiş
Şu Eylül Akşamı Dışında.
Bostancı Dolmuş Kuyruğunda Sen Başta Ben En
Sonda Öylece Beklemişizdir. Sabah 7:30 Vapuruna
Sen Koşa Koşa Yetişirken Ben Yürüdüğümden
Kaçırmışımdır. Aynı Anda Başka İnsanlara Seni
Seviyorum Demişizdir. Mutlak Güven Duygusuyla
Başımızı Başka Omuzlara Dayamışızdırç Olamaz mı?
Olabilir.
Onca Yıl Sen Burada
Onca Yıl Ben Burada
Yollarımız Hiç Kesişmemiş
Şu Eylül Akşamı Dışında.
Cesaretinize hayranım efendim. Keşke herkes sizin kadar cesur olabilseydi aklındakileri açık açık söyleyebilmek için. Telepati yapmak zorunda kalmazdık o zaman. Özendim doğrusu.
Telif haklarını gönderiyorum birilerine:)
Hiçbir Neden Yokken ya da Biz Bilemezken Tepemiz
Atmış ve Konuşmuşuzdur. Onca Neden Varken ve
Tam Sırası Gelmişken Hiçbir şey Yapmamış ve
Susmuşuzdur. Aynı Anda Aynı Sessiz Geceye Doğru
İçim Sıkılıyor Demişizdir. Aynı Sabaha Uyanırken
Kimbilir Aynı Düşü Görmüşüzdür. Olamaz mı?
Olabilir.
Onca Yıl Sen Burada
Onca Yıl Ben Burada
Yollarımız Hiç Kesişmemiş
Şu Eylül Akşamı Dışında.
Belki Benim Kağıt Param Bir Şekilde Döne Dolaşa
Senin Cebine Girmiştir. Belki Aynı Posta Kutusuna
Değişik Zamanlarda da Olsa Birkaç Mektup
Atmışızdır. Ayın Karpuz Dilimi Gibi Batışını
İzlemişizdir Deniz Kıyısında. Aynı Köşeye
Oturmuşuzdur Köhnede Belki de Birkaç Gün Arayla
Olamaz mı? Olabilir.
Onca Yıl Sen Burada
Onca Yıl Ben Burada
Yollarımız Hiç Kesişmemiş
Şu Eylül Akşamı Dışında.
Bostancı Dolmuş Kuyruğunda Sen Başta Ben En
Sonda Öylece Beklemişizdir. Sabah 7:30 Vapuruna
Sen Koşa Koşa Yetişirken Ben Yürüdüğümden
Kaçırmışımdır. Aynı Anda Başka İnsanlara Seni
Seviyorum Demişizdir. Mutlak Güven Duygusuyla
Başımızı Başka Omuzlara Dayamışızdırç Olamaz mı?
Olabilir.
Onca Yıl Sen Burada
Onca Yıl Ben Burada
Yollarımız Hiç Kesişmemiş
Şu Eylül Akşamı Dışında.
21 Aralık 2009 Pazartesi
Tebdil-i Mekanda Ferahlık Vardır
Saat sabaha karşı 6 suları...Gözümü açtım, İstanbul'dayım. Bir süre boş boş bakındım pencereden. Havanın da etkisiyle her şey grimsi geldi gözüme ilk önce. Eskimiş hayallerimi hatırladım.Keşke demedim ama merak ettim. Olmamış olasılıklar birden çok şey kaybetmişim hissini yarattı içimde. Sonrası kısa bir hüzün, sağımda uyuyan Gülfem ve Gülfem'in etkisiyle gözümün önüne teker teker gelen Ankara'daki tüm sevdiklerim...Bu işler böyledir, nedense insanlar kötüyü görmeyi severler. Her bir nanenin ilk önce kötü tarafını görmemiz tembelliğimizin bir yansımasıdır tabi ama o bambaşka bir konu. Sözün kısası İstanbul iyi güzel de, Ankara da pek fena değil hani...Artık bu fikre iyiden iyiye alıştım.
Neyse, Şehr-i İstanbul'u bir de üniversite öğrencisiyken görelim dedik ve çalışmalarımıza başladık. Açıkcası bu plan da elimizde patlayacak diye çok korktum başları. Zaten 5h +İlyas Salman (biraz daha zayıfı) kılıklı bir organizatörün eline düşmemiz resmen bir musibet belirtisi gibiydi bizim için...Ama Allah'tan korktuklarımız başımıza gelmedi. Korkularımızın aksine gayet güzel bir gün geçirdik. Hatta bu dönemin en eğlenceli günüydü bile diyebiliriz. 10 saat içerisinde inanılmazı başardık, deli gibi gezdik ama klasik bir İstanbul gezisi değildi bu...Camileri gezelim, sarayları turlayalım muhabbeti yoktu bu sefer. Daha önce yapılmayanı yapalım dedik anlayacağınız.
Peki ne yaptık? Galata Kulesi'ne çıkıp manzarayı seyrettik, Erenler'e gidip nargile içtik, Mısır çarşısında "Abiye kıyafet ister misiniz, abla?" sorularına maruz kaldık...(abla nedir ya, biz daha 19 yaşındayız) ve tabi ki Türk erkeği nettir, her daim yardımseverdir vol bilmem kaçıda çekmiş olduk bu sırada:
Günün tek defosu kuşkusuz Disko Kralı idi. Saatlerce stüdyoya girmek için beklememizi geçtim beni esas şok eden şey stüdyo içinde yaşadıklarımızdı. Oturacağımız yerler konusunda bize çok cici bir bayan yardımcı oldu sağ olsun.
-Evet bayanlar, sizi şu köşeye alalım.
*Ama bizim grubumuz yukarıda kaldı.
-Olsun, siz burada oturun.
*Sebep?
-Kamera, açı falan, Okan'ın arkası...
*Oldu evet:S
Tabi ne kadar kaçabildik orası belli değil. Biz sıkıldık falan ama bir -iki saniye de olsa tvde görünmemiz en çok bizim anneleri sevindirdi...Hepsi reklam arasında telefona hücum ettiler resmen. İşte ilk reklam arası;
-Beste, izliyoruz!!!
*Anne ben konuk değilim ya...:)
Annem tüm programı seyretmiş, valla ben olsam en geç 1 saate bırakırdım.
Sonuç olarak gece 4.30'da biten programın ardından tekrar Ankara yollarında bulduk kendimizi... Ağrıyan sırtlar ve ayaklar ama bir de gülen suratlar kaldı elimize.
Güzeldi yani, çok güzeldi...
26 Kasım 2009 Perşembe
Facebook Sıktı, Morbant'a Geçelim
Evet sayın seyirciler; sıkı durun, yeni bir Ozan Önen icadıyla karşı karşıyayız. Hoc(c)am'ın büyük başarısından sonra yoluna Morbant ile devam etmeye karar veren bir grup genç kendi tabirlerince "üniversitelilere yönelik web 2.0 odaklı bir niş sosyal ağ ve yepyeni bir sosyal medya aparatı" yaratmaya karar vermişler. Güzel de etmişler zira hali hazırda üyesi olduğum bu site, kıyaslandığı sitelerden çok daha başarılı olacağa benziyor. En azından daha yaratıcı olduğunu iddia edebiliriz. Tabi site bir süre sonra amacından sapar mı bilemem. Bu konuyla ilgili endişeleri olan tek kişi ben değilim üstelik. İşte sitenin anasayfasındaki yazıdan bir kuple:
"öyle bir gerçek var yoldaşlar: çöpçatanlık için, ortamda "insan" olması yetebiliyor. yani, söz konusu alanımız morbant değil de odtü ormanları olsa dahi, orada birtakım insanlar varsa ve üzerine de iki gönlün bir araya geleceği tuttuysa, araya dağlar koysak ne olur?":)
Adamlar resmen şimdiden günah çıkartıyorlar:)
Neyse, ben merakıma ve sabırsızlığıma yenik düştüm, gittim üye oldum...Benim gibi annesinin karnında 9 ay nasıl durduğunu merak edenler varsa buyursun tıklasın;
http://morbant.com/
Bu arada şu an için sadece Bilkent, Odtü, Boğaziçi ve İtü öğrencileri kabul ediliyormuş, haberiniz ola!
"öyle bir gerçek var yoldaşlar: çöpçatanlık için, ortamda "insan" olması yetebiliyor. yani, söz konusu alanımız morbant değil de odtü ormanları olsa dahi, orada birtakım insanlar varsa ve üzerine de iki gönlün bir araya geleceği tuttuysa, araya dağlar koysak ne olur?":)
Adamlar resmen şimdiden günah çıkartıyorlar:)
Neyse, ben merakıma ve sabırsızlığıma yenik düştüm, gittim üye oldum...Benim gibi annesinin karnında 9 ay nasıl durduğunu merak edenler varsa buyursun tıklasın;
http://morbant.com/
Bu arada şu an için sadece Bilkent, Odtü, Boğaziçi ve İtü öğrencileri kabul ediliyormuş, haberiniz ola!
19 Kasım 2009 Perşembe
Bir Kitabın Daha Sonuna Gelmiş Bulunuyoruz
All influence is immoral- immoral from the scientific point of view. Because to influence a person is to give him one's own soul. He does not think his natural thoughts, or burn with his natural passions. His virtues are not real to him. His sins, if there are such things as sins, are borrowed. He becomes an echo of some one else's music, an actor of a part that has not been written for him. The aim of the life is self-development...The only way to get rid of a temptation is to yield to it. Resist it, and your soul grows sick with longing for the things it has forbidden to itself, with desire for what its monstrous laws have made monstrous and unlawful.
Oscar Wilde
The Picture of Dorian Gray'den
10 Kasım 2009 Salı
Evet, Türkiye'nin En Büyük Yas Günü
19'a da girdim, artık bundan sonrası yokuş aşağı
Ben 18'i sevmiştim ama bakalım belki 19'u daha çok severim, göreceğiz.
Bu arada tam tamına;
599,639,104 saniyedir
9,993,985 dakikadır
166,566 saattir
6,940 gündür
991 haftadır
228 aydır
19 yıldır hayattaymışım
( Bu hesaplamayı yaptığı için uludağ sözlük'e ayrıca teşekkürlerimi iletirim)
Edit: Hain köfteler... Beni salondan karşılamınızı cidden beklemiyordum. Hepinizi çok seviyorum,
iyi ki varsınız:)
Ben 18'i sevmiştim ama bakalım belki 19'u daha çok severim, göreceğiz.
Bu arada tam tamına;
599,639,104 saniyedir
9,993,985 dakikadır
166,566 saattir
6,940 gündür
991 haftadır
228 aydır
19 yıldır hayattaymışım
( Bu hesaplamayı yaptığı için uludağ sözlük'e ayrıca teşekkürlerimi iletirim)
Edit: Hain köfteler... Beni salondan karşılamınızı cidden beklemiyordum. Hepinizi çok seviyorum,
iyi ki varsınız:)
28 Ekim 2009 Çarşamba
Geçmiş Günler Kuru Geçti
Önümüzdeki günler kuru geçeçek demiştim.
Öyle de oldu.
Haftada yaklaşık beş essay yazan bu bünye tam intihar edecekti ki, hesapta olmayan küçük bir tatil kapımı çalıverdi. Ben de kapıyı açmakla kalmayıp ani bir kararla İzmir'e geldim Bengü ile. Aslında gelişim sürpriz olsun istemiştim ama annem telefonda özlem sebebiyle ağlamanın eşiğine gelince dayanamadım, itiraf ettim her şeyi:)
...ve tabi İzmir'de olmanın verdiği rahatlıkla da yaklaşık bir buçuk ay sonra ilk kez bloğun başına oturdum.
...
İzmir güzel İzmir.
Evim güzel evim demek istiyorum sadece.
Şehit haberlerine ağlayan annemi teselli etmeyi, babamla adını bile bilmediğim bir kanalda Türk tarihi ile ilgili ekstra sıkıcı bir programı izlemeyi, Hasan'la internet sebebiyle tekme tokat kavga etmeyi bile özlemişim.( aslında sonuncusunu özlememiş olabilirim)
Artık bir daha ne zamana yazarım Allah bilir. O zamana kadar herkes kendine iyi baksın, siz bana lazımsınız:P
Not: Sürpriz yapacağım ayağına annesinin kalbine indiren cani Gülfem'i kınamayı borç bilirim, hıh!
Öyle de oldu.
Haftada yaklaşık beş essay yazan bu bünye tam intihar edecekti ki, hesapta olmayan küçük bir tatil kapımı çalıverdi. Ben de kapıyı açmakla kalmayıp ani bir kararla İzmir'e geldim Bengü ile. Aslında gelişim sürpriz olsun istemiştim ama annem telefonda özlem sebebiyle ağlamanın eşiğine gelince dayanamadım, itiraf ettim her şeyi:)
...ve tabi İzmir'de olmanın verdiği rahatlıkla da yaklaşık bir buçuk ay sonra ilk kez bloğun başına oturdum.
...
İzmir güzel İzmir.
Evim güzel evim demek istiyorum sadece.
Şehit haberlerine ağlayan annemi teselli etmeyi, babamla adını bile bilmediğim bir kanalda Türk tarihi ile ilgili ekstra sıkıcı bir programı izlemeyi, Hasan'la internet sebebiyle tekme tokat kavga etmeyi bile özlemişim.( aslında sonuncusunu özlememiş olabilirim)
Artık bir daha ne zamana yazarım Allah bilir. O zamana kadar herkes kendine iyi baksın, siz bana lazımsınız:P
Not: Sürpriz yapacağım ayağına annesinin kalbine indiren cani Gülfem'i kınamayı borç bilirim, hıh!
19 Eylül 2009 Cumartesi
Önümüzdeki Günler Kuru Geçeceğe Benzer, O Zaman...
Elimde bu kadar malzeme olmasına rağmen yazamıyor olmam son günlerde beni tedirgin etmeye başlamıştı. Bugün anladım ki sorun bende değil.İçimdeki yazma hevesini körelten canavar Bilkent'miş arkadaşlar, telaşa mahal yok yani!!
Evet, bayram dolayısıyla Ankara'da daha ikinci haftayı doldurmadan İzmir'e dönüş yaptık. Çok uzun zamandır Bengü'yle yolculuk yapmamıştık. Özlemişim valla ne yalan söyleyeyim. Evimi de özlemişim. Ama evimdeyken de Ankara'yı özlemişim. Özlemek güzel bir şey yahu, Allah özlemeyi özletmesin. En azından özleyebileceğim insanlar var çevremde. Aman neyse( Yaşasın yeniden zırvalayabiliyorum )
Peki Bilkent'te neler oluyor?
Daha dersler tam başlamadığından okul pek sıkmadı beni. Tek sıkıntım uyku düzenim. Ertesi gün ( ertesi gün bile değil aslında ) 8.40'da dersim olmasına rağmen 3'te yatabiliyorum mesela, hem de zorla... Bu konuda acil bir değişikliğe gitmem gerek. Yoksa sonum fena. Yani kütüphanede uyumak güzel de, nereye kadar diye sorarlar adama.
Kompozisyon, gramer gibi giriş derslerinden kurtulup; novel, short story gibi baba bölüm derslerine atlamamız da beni pek rahatsız etmedi. Bir de artık bizim bölümümüzde de kısmen karma eğitim(!) uygulanıyor çok şükür. Tiyatro ve felsefe bölümleriyle mitoloji dersini birlikte almamız( ki Bilkent'in şu ana kadar verdiği en mantıklı karardır bence) sınıfımızdaki erkek nüfusuna %500 gibi müthiş bir katkıda bulunarak bizim kızlara belki de hayatlarının en önemli fırsatını sunmuş oldu. Ayrıca tarih derslerini Nesrin ile birlikte alıyoruz. (Aman Tanrım! bir endüttürücü, ne büyük bir şeref. )
Okul hayatı böyle giderken sosyal hayat da pek fena gitmiyor gibi(Tahtalara vuralım hemen). Aksi olursa da sebebi ben değilim bu sefer, yurtlar müdürlüğü...
Bir de bugünlerde etrafımda cereyan eden olaylar yüzüme kocaman bir tebessüm kondurdu. Sevdiğim insanlar mutlu olunca ben de mutlu oluyorum sanırım. Sevmediklerim içinse...( Mevlana nerdesin? )
Bu 12 gün içinde neler yaptığıma gelirsek...
- İlk kez nargile içtim.( Aynı zamanda sonuncu içişim. DEĞİLMİŞ)
-Üçüncü dil için kollar sıvandı. ( Almanca'yı saymaya dilim varmıyor, onu geçelim lütfen )
-Sofa keşfedildi.
-Nesrin'in izinden gidilerek hanımağa olmaya karar verildi. ( Katkılarından dolayı MMÇ'ye teşekkürler...)
-Falın gözü çıkarıldı.( Aaaaaaa, ne görüyorum öyle... Bu gerçek olamaz!)
Dahası da var, ama zamanı gelince söylerim. Şimdilik bu kadar.
MMÇ'ye Not: Hem yazı yazıp hep çevirimiçi olabilirim, meşgulde neymiş? Bir de ileri görüşlü bir insan değilim ben. Gözlemleyebilme yeteneği diyelim biz ona en iyisi:)
Mecburi not: Sinan bey'in uyarısı üzerine yazıya küçük bir ekleme yapıyorum:
Tarih derslerini hem Nesrin, hem Sinan ile alıyorum....AAAA Matematik bölümünden biri, ne büyük bir şeref!
Evet, bayram dolayısıyla Ankara'da daha ikinci haftayı doldurmadan İzmir'e dönüş yaptık. Çok uzun zamandır Bengü'yle yolculuk yapmamıştık. Özlemişim valla ne yalan söyleyeyim. Evimi de özlemişim. Ama evimdeyken de Ankara'yı özlemişim. Özlemek güzel bir şey yahu, Allah özlemeyi özletmesin. En azından özleyebileceğim insanlar var çevremde. Aman neyse( Yaşasın yeniden zırvalayabiliyorum )
Peki Bilkent'te neler oluyor?
Daha dersler tam başlamadığından okul pek sıkmadı beni. Tek sıkıntım uyku düzenim. Ertesi gün ( ertesi gün bile değil aslında ) 8.40'da dersim olmasına rağmen 3'te yatabiliyorum mesela, hem de zorla... Bu konuda acil bir değişikliğe gitmem gerek. Yoksa sonum fena. Yani kütüphanede uyumak güzel de, nereye kadar diye sorarlar adama.
Kompozisyon, gramer gibi giriş derslerinden kurtulup; novel, short story gibi baba bölüm derslerine atlamamız da beni pek rahatsız etmedi. Bir de artık bizim bölümümüzde de kısmen karma eğitim(!) uygulanıyor çok şükür. Tiyatro ve felsefe bölümleriyle mitoloji dersini birlikte almamız( ki Bilkent'in şu ana kadar verdiği en mantıklı karardır bence) sınıfımızdaki erkek nüfusuna %500 gibi müthiş bir katkıda bulunarak bizim kızlara belki de hayatlarının en önemli fırsatını sunmuş oldu. Ayrıca tarih derslerini Nesrin ile birlikte alıyoruz. (Aman Tanrım! bir endüttürücü, ne büyük bir şeref. )
Okul hayatı böyle giderken sosyal hayat da pek fena gitmiyor gibi(Tahtalara vuralım hemen). Aksi olursa da sebebi ben değilim bu sefer, yurtlar müdürlüğü...
Bir de bugünlerde etrafımda cereyan eden olaylar yüzüme kocaman bir tebessüm kondurdu. Sevdiğim insanlar mutlu olunca ben de mutlu oluyorum sanırım. Sevmediklerim içinse...( Mevlana nerdesin? )
Bu 12 gün içinde neler yaptığıma gelirsek...
- İlk kez nargile içtim.( Aynı zamanda sonuncu içişim. DEĞİLMİŞ)
-Üçüncü dil için kollar sıvandı. ( Almanca'yı saymaya dilim varmıyor, onu geçelim lütfen )
-Sofa keşfedildi.
-Nesrin'in izinden gidilerek hanımağa olmaya karar verildi. ( Katkılarından dolayı MMÇ'ye teşekkürler...)
-Falın gözü çıkarıldı.( Aaaaaaa, ne görüyorum öyle... Bu gerçek olamaz!)
Dahası da var, ama zamanı gelince söylerim. Şimdilik bu kadar.
MMÇ'ye Not: Hem yazı yazıp hep çevirimiçi olabilirim, meşgulde neymiş? Bir de ileri görüşlü bir insan değilim ben. Gözlemleyebilme yeteneği diyelim biz ona en iyisi:)
Mecburi not: Sinan bey'in uyarısı üzerine yazıya küçük bir ekleme yapıyorum:
Tarih derslerini hem Nesrin, hem Sinan ile alıyorum....AAAA Matematik bölümünden biri, ne büyük bir şeref!
13 Eylül 2009 Pazar
Zorunda Mıydım Ki?
Başladı...
İkinci kat, doksanıncı yurt ( --->bir kız nasıl çirkefleştirilir? )
Numara 204=Gülfem'in yan taraf= Tam Hakimiyet
Nesrin, gel bize bazı bazı:)
Bengü'ye benden gelsin:)
seni ben ellerin olsun diye mi sevdim?
ah ellerin olsun diye mi sevdim?
Cümle kuramamanın ya da kurmak istememenin kişiyi getirebileceği noktalardan sadece birisindeyken!
İkinci kat, doksanıncı yurt ( --->bir kız nasıl çirkefleştirilir? )
Numara 204=Gülfem'in yan taraf= Tam Hakimiyet
Nesrin, gel bize bazı bazı:)
Bengü'ye benden gelsin:)
seni ben ellerin olsun diye mi sevdim?
ah ellerin olsun diye mi sevdim?
Cümle kuramamanın ya da kurmak istememenin kişiyi getirebileceği noktalardan sadece birisindeyken!
6 Eylül 2009 Pazar
Eşyalar ve Kalpteki Dört Odacık
Farkındalığın ne demek olduğunu anlamaya başladığım günden beri, yaşadığım bütün acıları, sıkıntıları, üzüntüleri ve hayal kırıklıklarını sakladığım bir köşe var kalbimde… Kalbimin dört odacığından birini onlara tahsis etmişim zamanında büyük bir cömertlikle. Barışık değilim ama o odacıkla… Kapısını açmadım hiçbir zaman, önünden bile geçmişliğim yok aslına bakarsan. “Unutkanlık iyidir.” demişim hep. Yapmam gerekeni yapmışım işte, gerisi azıcık zaman. Ama her şeyin bir sınırı varmış…
Dolaplara tıkılan eşyaları bilirsiniz. Büyük bir vurdumduymazlıkla atılır bütün eşyalar oraya tek tek… Sonra bir gün yine elinizdeki bir eşyayı aynı vurdumduymazlıkla dolaba tıkarsınız, tam arkanızı dönüp yola devam etmeye hazırlanırken kapak açılıverir ve dolapta ne var ne yoksa hepsi savrulur gider. Anlamsız gözlerle arkaya baktığınızda karşınızda gördüğünüz şey bir nevi enkazdır. İşte tam o noktadayım şu sıralar… Arkama döndüm, bir enkaz gördüm ama ne yapacağımı bilemedim. Sorgulamak istedim sonra. “Ne diye gittiğim her yere onları da taşıyorum ki?” diye kızdım kendime . Yıkıp geçmek lazım aslında o odayı… Peki bunu yaparsam, o dört odacıktan birini bir mezarlığa çevirirsem, o odacığa giden damarlardan birini kesersem ya da, elimde kalan sözde kalple yoluma devam etmem mümkün olacak mı? Ateşkes mi imzalamalıyım yoksa? Şöyle tek tek toplasam her şeyi, yerli yerince koysam eşyaları yine dolaba kendi iyiliğim için? Arada kapıyı aralasam hatta durumu yoklayayım diye… Bunu mu yapmalıyım yani? Doğrusu bu mudur? Hayır, odayı bilmem ama eşyaların hepsi benim vücudumda benden tüketerek benle yaşamayı hak etmiyor. Hem zaten sırasını bekleyen yeni acılara da yer açmak lazım. Kalan sağlar bizim olsun. Odacığa da dokunmam, o görevini yapıp bütünü oluşturmak zorunda… O zaman bir süpürge verin de temizlik yapayım bari odanın kapısını yeniden kapatmadan önce…
2 Eylül 2009 Çarşamba
Bir Şeyler, Bir Şeyler
Hafif bir kırıklık var üzerimde bugün. Mevsim değişikliği herhalde...Bir de yorgunluk var tabi. Vallahi şaşırdım desem yalan olur. Uzun zamandır bu kaçınılmaz sonu bekliyordum. Bu aralar fazla yüklendim kendime, aktiflik tavan yaptı:d Bendeki tembel bünye bu durumu anormal karşılamış olacak ki tepki vermekte hiç gecikmedi. Umarım kötüleşmez durumum gider ayak... Malum bu hafta yapılacak çok iş var:)
Söz hazır yapılacak işlere gelmişken, hemen haftanın bombasını(!) patlamak isterim. Evet millet, en sonunda direksiyon derslerim başladı:) Bugün hayatımda ilk kez direksiyonun başına geçtim. (yok yok, cidden ilk!) Âdettendir ilk başta boş bir arazide birkaç alıştırma yaptık. Yarım saat ya var ya yok kurs hocam bana "Hadi, çık yola" dedi. İşte o anda elim ayağım boşaldı:) Kıvırdım mı kıvırdım. Süper değildim belki ama arabayı kaydırmadım, stop ettirmedim:) Tek sorunum debriyajdan ayağımı çok hızlı çekmem... Eee, o da ilk günün acemiliği, olsun o kadar. Dersler birkaç gün daha devam edecek. Gelişmeleri aktarırım artık:)
Notumsu: Bu yazı Bengü'nün verdiği gazla yazılmıştır.
Ben yazar, sen çevirmen
Var mı bizimle boy ölçüşebilen?
Kitabıma geri döneyim bari=)
Söz hazır yapılacak işlere gelmişken, hemen haftanın bombasını(!) patlamak isterim. Evet millet, en sonunda direksiyon derslerim başladı:) Bugün hayatımda ilk kez direksiyonun başına geçtim. (yok yok, cidden ilk!) Âdettendir ilk başta boş bir arazide birkaç alıştırma yaptık. Yarım saat ya var ya yok kurs hocam bana "Hadi, çık yola" dedi. İşte o anda elim ayağım boşaldı:) Kıvırdım mı kıvırdım. Süper değildim belki ama arabayı kaydırmadım, stop ettirmedim:) Tek sorunum debriyajdan ayağımı çok hızlı çekmem... Eee, o da ilk günün acemiliği, olsun o kadar. Dersler birkaç gün daha devam edecek. Gelişmeleri aktarırım artık:)
Notumsu: Bu yazı Bengü'nün verdiği gazla yazılmıştır.
Ben yazar, sen çevirmen
Var mı bizimle boy ölçüşebilen?
Kitabıma geri döneyim bari=)
30 Ağustos 2009 Pazar
İş Hayatı, Dert Yumağı
Tam 4 gündür tabir-i caizse gece gündüz demeden çalışıyorum. ( sabah 9 - akşam 10 ) İlk iş deneyiminde kendimi bu kadar zorlamam iyi mi oldu, kötü mü oldu bilmiyorum. Zira hayallerim yavaş yavaş değişmeye başladı... Artık çalışan modern kadın olmak istemiyorum. Kafamda binbir tilki en kısa yoldan nasıl refaha ererim, onun hesabını yapıyor:d
Yani demem o'dur ki, iş hayatı çok zormuş. Tecrübeyle sabitlendi. Allahtan işin gezme tozma kısmı var, yoksa bu karmaşa hiç çekilmez. İşte bugünkü Meryem Ana- Efes gezisi...(aynı zamanda programın şu ana kadarki en rahat kısmı.)
Dilek de tutdum:)
Benim ekibi sorarsanız, oldukça renkli tipler (her anlamda). Aramızda kalsın, biraz da tutumlular:) Alışveriş alışveriş dediler...Şöyle güzel bir alışveriş merkezine gidelim dedim. Tuttum bunları foruma götürdüm. İlginçtir ki, ben hariç kimse alışveriş yapmadı:) Neyse, misafirlerin dertlerini anlayınca ertesi gün hiç vakit kaybetmeden Kızlarğası'na gittik. Küçüklü büyüklü bir sürü nazar boncuğu aldılar. Ben de hayatımda ilk kez pazarlık yaptım:) Ve tabi alışveriş sonrasında Türk kahvesi içildi. (Fal da mı baksaydım acaba:d) Bir sürü de fotoğraf çektiler. İçlerinden bir tanesinin facebook hesabı varmış, diğer fotoğrafları bana en kısa zamanda gönderecek:) Şimdilik benden bu kadar. Geriye kaldı 2 gün...
25 Ağustos 2009 Salı
Mihmandar Beste
Şüphesiz bu yazla ilgili planlarım vardı ama bu kadarını cidden hayal etmemiştim. Yapmak istediğim birçok şeyi beni bile şasırtan bir kararlılıkla tek tek yerine getirdim. Bunları yaparken tatilimden de eksik kalmadım üstelik.
...
Şimdi sıra ilk iş deneyimimde. Evet, bütün aksiliklere rağmen en sonunda İZFAŞ'a "mihmandar" olarak kabul edildim. İlk iş için biraz ürkütücü aslında ama ileride benim için çok büyük bir avantaj sağlayacağı açık.
...
Malumunuz İzmir Enternasyonel Fuarı bu Cuma açılıyor. Her yıl olduğu gibi bu yıl da açılış töreni ve fuarı ziyaret amacıyla yurtdışından gelen heyetler olacak. Ben ve diğer mihmandar arkadaşlarım bu heyetlere İzmir'de bulundukları süre içerisinde eşlik edeceğiz. Benim grubum Endonezya... Eşlik edeceğim kişiler:
- Sanayi Bakanlığı Başmüfettişi
- Sanayi Bakanlığı Uluslararası İşbirliği Genel Müdür Yardımcısı
- Ticeret Bakanlığı Kıdemli Uzmanı
Bir aksilik olmazsa 27 Ağustos 20.05' te İzmir'e varacak olan Endonezya heyetini havaalanından karşılayıp, otellerine yerleştireceğim ve böylece görevim başlamış olacak. Bitiş ise 1 Eylül 18.50'de İzmir Adnan Menderes Havaalanı'nda...
Bana sanş dileyin...
...
Şimdi sıra ilk iş deneyimimde. Evet, bütün aksiliklere rağmen en sonunda İZFAŞ'a "mihmandar" olarak kabul edildim. İlk iş için biraz ürkütücü aslında ama ileride benim için çok büyük bir avantaj sağlayacağı açık.
...
Malumunuz İzmir Enternasyonel Fuarı bu Cuma açılıyor. Her yıl olduğu gibi bu yıl da açılış töreni ve fuarı ziyaret amacıyla yurtdışından gelen heyetler olacak. Ben ve diğer mihmandar arkadaşlarım bu heyetlere İzmir'de bulundukları süre içerisinde eşlik edeceğiz. Benim grubum Endonezya... Eşlik edeceğim kişiler:
- Sanayi Bakanlığı Başmüfettişi
- Sanayi Bakanlığı Uluslararası İşbirliği Genel Müdür Yardımcısı
- Ticeret Bakanlığı Kıdemli Uzmanı
Bir aksilik olmazsa 27 Ağustos 20.05' te İzmir'e varacak olan Endonezya heyetini havaalanından karşılayıp, otellerine yerleştireceğim ve böylece görevim başlamış olacak. Bitiş ise 1 Eylül 18.50'de İzmir Adnan Menderes Havaalanı'nda...
Bana sanş dileyin...
Çılgınlıkta Sınır Tanımayanlar
Nikahta imzayı attı, sevgilisine kaçtı!!!
İstanbul'da 2 genç, gizlice evlendi. Nikahtan bir saat sonra 'Evdeki eşyalarımı alıp, hemen geleceğim' diyen genç kız, soluğu eski sevgilisinin yanında aldı.
İstanbul'da 2 genç, gizlice evlendi. Nikahtan bir saat sonra 'Evdeki eşyalarımı alıp, hemen geleceğim' diyen genç kız, soluğu eski sevgilisinin yanında aldı.
İzmir'de bekarlığa veda partisini eski sevgilisi ile kutlayan gelin adayı ( :S oh sefam olsun... kına da yakmışlar mı beraber! ) damat tarafından basılmıştı. İstanbul'da da nikahtan çıkan bir gelin eski sevgilisine kaçtı. Eyüp'te bir tekstil atölyesinde çalışan İsmail Duran (27) işyerinde gördüğü Bahar C.'ye (19) ilk görüşte aşık oldu. Genç kızla arkadaşlık yapmaya başlayan Duran, iki ayın ardından ise Bahar C.'ye evlenme teklif etti. Genç kız da Duran'ı sevdiğini söyleyerek teklifi kabul etti. İki genç, ailelerinin onay vermeyeceğini düşünerek herkesten habersiz dünya evine girdi.
Nikahtan bir saat sonra Bahar C. eşine, kıyafetlerini almak için annesinin evine gideceğini söyleyerek dışarı çıktı. Evden çıkan Bahar C., aradan saatler geçmesine rağmen dönmedi. Genç adamın merak ederek telefonla aradığı eşi annesinin evinde olduğunu ve midesinin ağrıdığını söyleyerek kendisine iki gün süre vermesini istedi. Aradan iki gün geçtikten sonra eşine ulaşamayan Duran, bu kez evlerine gitti. Ancak eşinin orada olmadıığını öğrendi. Duran, kızlarından haber alamayan aile ile birlikte karakola kayıp başvurusunda bulundu. Polis, kısa sürede Bahar C.'ye ulaşarak genç kızın, eski sevgilisi ile birlikte olduğunu belirledi. 2 günlük eşinin, eski sevgilisine kaçtığını öğrenen Duran şoka girdi. Eşinin evlendikten bir saat sonra kendisini terk etmesiyle yıkılan Duran, boşanma davası açtı.
Nikahtan bir saat sonra Bahar C. eşine, kıyafetlerini almak için annesinin evine gideceğini söyleyerek dışarı çıktı. Evden çıkan Bahar C., aradan saatler geçmesine rağmen dönmedi. Genç adamın merak ederek telefonla aradığı eşi annesinin evinde olduğunu ve midesinin ağrıdığını söyleyerek kendisine iki gün süre vermesini istedi. Aradan iki gün geçtikten sonra eşine ulaşamayan Duran, bu kez evlerine gitti. Ancak eşinin orada olmadıığını öğrendi. Duran, kızlarından haber alamayan aile ile birlikte karakola kayıp başvurusunda bulundu. Polis, kısa sürede Bahar C.'ye ulaşarak genç kızın, eski sevgilisi ile birlikte olduğunu belirledi. 2 günlük eşinin, eski sevgilisine kaçtığını öğrenen Duran şoka girdi. Eşinin evlendikten bir saat sonra kendisini terk etmesiyle yıkılan Duran, boşanma davası açtı.
Hayır, nikah eski sevgiliye bir nispetti desek, mantıken eski sevgiliyle kızın arasının açık olması gerekir. Bu durumda nasıl oluyor da sadece bir saat sonra kız diğer çocuğa kaçabiliyor. Hadi kız pişman oldu teklifi kabul ettiği için, eski sevgiliyle de araları düzeldi heralde kaçmaya karar verdiler desek, neden nikahtan önce değil de sonra... Sanırım gerçekler nikah masasında dank etti kızın başına. Malum, nikahta keramet vardır...
23 Ağustos 2009 Pazar
20 Ağustos 2009 Perşembe
Ramazan Geldi, Hoş Geldi!
Nasıl geçti koskoca bir yıl! Geçmez denen zamanlar nasıl geçti göz açıp kapayıncaya kadar. Geçen yıl bu zamanlarda hüzünlü bir koşuşturmaca yaşıyorduk ailecek. Malum evin kızı Ankara'ya kaçıyordu. Ne kaçış ama! Zorla geldim Ankara'ya, zorla da gönderildim. Neyse ki Bengü vardı yanımda. Aysuncuğum, " Bundan sonra siz birbirinizin kız kardeşi olacaksınız." derken haklıymış. Sonradan aramıza katılan "diğer kız kardeşler" de Ankara'yı yaşanılır kıldı benim için:)
Allah tüm oruç tutacaklara bu sıcağa dayanmaları için sabır ve güç versin.
Ama özlemişim ramazanı. En çok da pideyi:) Beni en çok heyecanlandıran detaysa gece saat 3'te kalkıp yemek yiyecek olmam:) Malum ben o saatte çoğunlukla ayakta olduğum için acıkmış olacağım ve sonrasında oturup güzelce karnımı doyurmak benim için muhteşem olacak tabi...
...
Zaman su gibi akıp gitti, bir yıl daha geçti, bir ramazan daha kapımızı çaldı...Eee ne diyelim o zaman, hoşgeldin ramazan...
Herkese hayırlı ramazanlar:)
Bu da benden olsun, alın size ramazan rehberi:)
http://dosyalar.hurriyet.com.tr/ramazan2009/index.asp?hid=12315959
Allah tüm oruç tutacaklara bu sıcağa dayanmaları için sabır ve güç versin.
Ama özlemişim ramazanı. En çok da pideyi:) Beni en çok heyecanlandıran detaysa gece saat 3'te kalkıp yemek yiyecek olmam:) Malum ben o saatte çoğunlukla ayakta olduğum için acıkmış olacağım ve sonrasında oturup güzelce karnımı doyurmak benim için muhteşem olacak tabi...
...
Zaman su gibi akıp gitti, bir yıl daha geçti, bir ramazan daha kapımızı çaldı...Eee ne diyelim o zaman, hoşgeldin ramazan...
Herkese hayırlı ramazanlar:)
Bu da benden olsun, alın size ramazan rehberi:)
http://dosyalar.hurriyet.com.tr/ramazan2009/index.asp?hid=12315959
19 Ağustos 2009 Çarşamba
Yazarcık
-Bu da yeni moda oldu!!! Artık bir kitabı satın almadan önce internette ordan burdan kitabın yarısını okuyorum. İclal Aydın'ın "Senin Adın Bile Geçmedi" adlı kitabı için de aynı durum söz konusu... Ancak kabul etmeyelim ki, kitaba ait bu küçük alıntılar merakımı iyice körüklüyor, okuma şevkimi artırıyor. Demek ki neymiş, merak zaman zaman iyi şeylere de vesile olabiliyormuş:)
-Bütün gençlik blog alemine akmış da haberimiz yokmuş. Bekleriz efendim, hepiniz gelin! Gelin de biraz neşemizi bulalım:)
-Motor, sen ne illet bir şeysin!!! Bobinine de, eksantriğine de...
- "Kötüler alemi almış başını gidiyor, iyiler kendini yormasın boşa!" desem de inanmayın. Her masalın sonunda kazanan mutlaka iyiler olur ;) Eee, hayat da bir nevi masal değil mi zaten:)
-Hırs...Kimine göre hayatın olmazsa olmazsı, kimine göre tüm kötülüklerin anası...Hırslı bir insanmışım, öyle söylüyorlar. Tamam, kabul ediyorum; var birazcık:P ...Ve yine kabul ediyorum ki, yıpratıyor zaman zaman insanı bu illet. Ancak ben, hırsın bana kazandırdıklarını da sevmiyor değilim hani. Hırsım inançla birleşince elimden bir uçan bir kaçan:P
( I've got a big ego, such a huge ego...I talk like this cuz i can back it up!!!)
Yapamadıklarım içinse...(bkz: ukte)
...
Bir de bu özelliğimi kıskananlar varmış duyduğum kadarıyla, onlara da buradan selamlar olsun, kıskanç!!! ( Ben de kıskancım ya, banane!)
O hikayedeki karınca benim:)
17 Ağustos 2009 Pazartesi
The Supremes vs Dreamgirls
All u have to do is dream...
Bir tarafta 1960'ların en önemli Pop-R&B gruplarından "The Supremes", diğer tarafta "The Supremes"in Amerika'daki yükselişi, zirvedeki günleri ve dağılışından yola çıkılarak çekilmiş 2006 yapımı bir müzikal; "Dreamgirls". Özünde bir "Broadway Müzikali" olan "Dreamgirls" sinemalarda da oldukça iyi bir çıkış yaparak Amerika'daki müzik piyasasının yakın geçmişine ışık tuttu. (bkz: The Supremes, The Shirelles, James Brown, Jackie Wilson...) Güzel vakit geçirmek isteyenlere önerilir.
...
İşte Dreamgirls'ün ilham kaynağı The Supremes...
The Supremes- Baby Love / 1964
Bir tarafta 1960'ların en önemli Pop-R&B gruplarından "The Supremes", diğer tarafta "The Supremes"in Amerika'daki yükselişi, zirvedeki günleri ve dağılışından yola çıkılarak çekilmiş 2006 yapımı bir müzikal; "Dreamgirls". Özünde bir "Broadway Müzikali" olan "Dreamgirls" sinemalarda da oldukça iyi bir çıkış yaparak Amerika'daki müzik piyasasının yakın geçmişine ışık tuttu. (bkz: The Supremes, The Shirelles, James Brown, Jackie Wilson...) Güzel vakit geçirmek isteyenlere önerilir.
...
İşte Dreamgirls'ün ilham kaynağı The Supremes...
The Supremes- Baby Love / 1964
14 Ağustos 2009 Cuma
Twitter Geleceğin Facebook'u Olur Mu?
Facebook'un Türkiye'de adını duyurmaya başladığı ilk günlerde, gençler arasındaki bu yeni akımın tamamen bir saçmalık olduğunu düşünmüştüm. Uzunca bir zaman bu yeni trendin bir parçası olmamak için direndim. Ancak facebook kısa zamanda beklediğimden çok daha fazla yol aldı. Tabir-i caizse "face çılgınlığı" o kadar büyüdü ki ( snowball effect) artık istesem de onu göz ardı edemeyeceğimi anladım ve sonunda bu günlere geldik. Şimdi her gün girip bir kere bakmazsam kendimi eksik hissediyorum.
...
Bugünlerde yine Amerika'da almış başını giden ancak Türkiye'de henüz adını facebook kadar duyuramamış başka bir intenet çılgınlığına merak sardım: Twitter... Sonu facebook gibi olur mu bilmem ama şahsi fikrim eğlenceli olduğu yönünde. Tabi siz Twitter için de bir teşhircilik örneği diyebilirsiniz ama Twitter'da kullandığınız nicknameler, gerçek kimliğinizi koruyor, eğer isterseniz tabi
Bakalım Türk gençliği Twitter'e ne zaman el atacak, ya da es mi geçecek onu? Zamanla göreceğiz.
13 Ağustos 2009 Perşembe
Yurdumun Kuaförleri Kesmek İster
Konu saç olunca, bende akan sular durur. Saçımın istediğimden ne bir parmak uzun olmasını isterim, ne de kısa...Zira saç, görüntümüzü, simamızı en çok etkileyen unsurlardan biridir. Bu konuda oldukça mızmız olduğumu kabul ediyorum. Ama saç bu...Sizi vezir de eder, rezil de... Hassas bir mevzudur yani :) Gelgelim güzel ülkemin güzel kuaförleri (özellikle erkek bayan kuaförleri) hiçbir zaman sizin dediğinizi tam olarak yerine getirmez. "Saç buldun mu kes abi, bakma gözünün yaşına." Adamlardaki bilinçaltı çok fena...Daha bugün konuştum bir tanesiyle, adam "Rüyalarımda sürekli kadınları görüyorum." dedi. Ben de " E yani, ne var bunda, ne güzel işte." tarzında bir tepki verince, "Öyle değil ama... 50 yaşında kadınlar, makaslar, fırçalar, saçlar görüyorum ben." diye karşılık verdi. Adamın psikolojisi bozulmuş resmen bütün gün benim gibi uyuzlarla uğraşmaktan. Bazen düşünüyorum da kuaförler bizim saçları keserken bir nevi intikam alıyorlar bütün kadınlardan:P Yoksa, neden hep söylediğimizin tam tersini yapsınlar ki...
...
Neyse efendim, bugün belki bir istisna olur, şu kuaförden bir kerecik de olsa memnun ayrılırım dedim ama sonuç yine değişmedi:
Hazin son...Yenilgi...
Naki=10
Beste=0
Bkz:
Level 1: Bak kısa olmasın ama tamam mı, ucundan azıcık, lütfen...
Level 2: Ay ay ay...Yeter tamam, bırakalım...
Level 3: Allahım sana geliyorum!!!
Final: Gitti bizim Rapunzel gibi saçlar... Neyse, kökü bende nasıl olsa:)
11 Ağustos 2009 Salı
Ayar Çekme Sanatı!
Edebiyat dünyasının polemikleri her zaman ilgimi çekmiştir. İki insanın çekişmesinden çok daha fazlası vardır o tartışmalarda. Onlara "tartışma" demek bile bir hakerettir aslında. Öyle sanatsal yapılır ki bu iş, işin edebi boyutu o kadar ön plana çıkmıştır ki, zaman zaman seviyenin düşmesi bile sizi rahatsız etmez. Sıradan bir insanın ağzında oldukça vasat durabilecek sözler, küfürler bu insanlar tarafından edebiyatın o güzel derinliği ile öyle bir allanıp pullanır ki, size sadece olup biteni hayranlıkla izlemek düşer.
İşte hiciv ustası Nefi'den müthiş bir örnek:
"Tahir Efendi bana kelp demiş,
iltifatı bu sözde zahirdir.
maliki mezhebim benim zira,
itikadımca kelp tahirdir."
Mini Sözlük
*kelp = köpek
*maliki = sunni mezhebinin dört alt kolundan biri
*itikat = inanç
*tahir = temiz
Bu dörtlükle kendisini temize çıkaran Nefi, Tahir Efendi'ye de köpek sözünü aynen iade ediyor. Hayran kalmamak elde değil...
Ali Koç'un kulakları çınlasın...
8 Ağustos 2009 Cumartesi
Thunder.
Beni ne kadar takip ediyorsunuz bilmiyorum ama bir süredir içimden geçenleri, duygularımı,üzüntülerimi,mutluluklarımı ve ekstra sıkıcı hayatımı sansürsüz(!) bir şekilde sizlerle paylaşmaya çalışıyorum. Bir gerçek var ki bu sanal günlük bana ilk günlerde vadettiğinden çok daha fazlasını sundu. Ona büyük bir sevgiyle bağlandım:) Blog işini de sevdim doğrusu, kıvırır gibiyim sanki...İşte bu yüzden işi biraz daha büyütmeye karar verdim(k). Bundan sonra bir bloğum daha olacak. Daha doğrusu üyesi olduğum bir blog...
...
Bloğumuzun adı "Thunder". Bir ekip çalışmasının ürünü... Yukarıda da bahsettiğim gibi benimle birlikte başka yazar arkadaşlarım da olacak siteye katkılarını sunan... İçerik olarak tobeeornottobee'den farklı olacak kuşkusuz. Ama siz beni ve yazılarımı "bee" adı altında Thunder'da da okumaya devam edebilirsiniz. İşte size link:
nthundern.blogspot.com/
...
Tabi bu gelişme kendi bloğumu boşlayacağım anlamına gelmiyor. Buraya çekilmeye ve kendimi anlatmaya her zaman ihtiyacım olacak. Ne de olsa burası benim biricik mabedim ve ilk göz ağrım...
...
Bloğumuzun adı "Thunder". Bir ekip çalışmasının ürünü... Yukarıda da bahsettiğim gibi benimle birlikte başka yazar arkadaşlarım da olacak siteye katkılarını sunan... İçerik olarak tobeeornottobee'den farklı olacak kuşkusuz. Ama siz beni ve yazılarımı "bee" adı altında Thunder'da da okumaya devam edebilirsiniz. İşte size link:
nthundern.blogspot.com/
...
Tabi bu gelişme kendi bloğumu boşlayacağım anlamına gelmiyor. Buraya çekilmeye ve kendimi anlatmaya her zaman ihtiyacım olacak. Ne de olsa burası benim biricik mabedim ve ilk göz ağrım...
7 Ağustos 2009 Cuma
Tesadüf Bilinçaltımızdır!
Şu sıralar denemeler romanlardan daha çok ilgimi çekiyor. Kendimi özgür hissediyorum deneme okurken...Herhangi bir bağlılık olmuyor çünkü. Ne zaman istersem o zaman alıyorum kitabı elime. Yeri geliyor 5 sayfa, yeri geliyor 50... Altını çize çize okuyorum onları, bana öğrettikleri daha fazlaymış gibi geliyor nedense...
...
Ahmet Altan'ın İçimizde Bir Yer adlı kitabının "Bir Sabah Uyandığında..." adlı denemesinde müthiş bir cümle geçiyor. " Tesadüf Bilinçaltımızdır." İlk bakışta anlam verememiş olabilirsiniz bu cümleye... Ama Altan anlatmaya devam ettikçe aslında ne kadar doğru ve farklı bir bakış açısı olduğunu hissediyorsunuz.
...
Hayat bir tesadüfler silsilesi midir? Daha da önemlisi bu tesadüfler cidden garip rastlantılar sonucu meydana gelmiş, hayatımızda çok da anlamı olmayan ufak ayrıntılar mıdır?
Tesadüf dediğimiz şey kimi zaman hayatımıza köklü değişiklikler getiriyor ya da etkileri o değişikliklere vesile oluyor. Tesadüfler birçok insanın yaşamının dönüm noktası haline gelebiliyor. Ancak bizler tesadüfleri hep onunla karşılaştıktan sonraki boyutuyla inceliyoruz. Ya bunun daha öncesi de varsa?
İşte Altan'ın söylemek istediği şey de tam olarak bu aslında. Tesadüfler aslında tesadüf değildir. Tesadüfleri hazırlayan aslında bizleriz. "X " kişisinin hayatımıza girmesi aslında tesadüf değil... Biz kendimizi onun varlığı için uzun bir süredir hazırlamışız ki onu gördüğümüzde sadece görmekle kalmayıp onu hayatımıza katmak istemişiz. Yoksa o da oradaki "diğer" insanlar gibi sadece "diğer insan" olarak kalacaktı...
...
Bilinçaltımızın bu denli bir güce sahip olduğunu bilmek çok güzel...Ben sadece düşüncelerimle bile hayatımı değiştirebilirim aslında.
...
Tesadüfler hiç eksilmesin hayatımızdan...
6 Ağustos 2009 Perşembe
Sınav korkusu insana neler yaptırırmış!!!
Dilek Hanım'ın Müthiş Başarısı...Her gün 100 soru sınavlara iyi gelir:)
Deneme 1:
Dilek: 100
Beste: 96
Deneme 2:
Dilek:100
Beste:92
Yukarıda gördüğünüz rakamlar sürücü kursumuzun yapmış olduğu deneme sınavının sonuçlarıdır.
Bu sonuçlar karşısında annemin önünde sadece saygıyla eğiliyorum. Ben de dahil olmak üzere sınıftaki herkesi geçip ilk sıraya oturdu:)
Hırsımın kimden geldiğini merak ederdim. Bu durumda babamın "Benim çocuklarım bana benzer." teorisini de çürütmüş oluyoruz sanırım:)
Deneme 1:
Dilek: 100
Beste: 96
Deneme 2:
Dilek:100
Beste:92
Yukarıda gördüğünüz rakamlar sürücü kursumuzun yapmış olduğu deneme sınavının sonuçlarıdır.
Bu sonuçlar karşısında annemin önünde sadece saygıyla eğiliyorum. Ben de dahil olmak üzere sınıftaki herkesi geçip ilk sıraya oturdu:)
Hırsımın kimden geldiğini merak ederdim. Bu durumda babamın "Benim çocuklarım bana benzer." teorisini de çürütmüş oluyoruz sanırım:)
Anne Ben Boşverist Oldum!!!
Boşverizm Karl Boshwer ( evet boşver:)! ) tarafından ortaya atılmış bir düşünce akımı... Felsefesi adından da anlayabilceğimiz üzere boşvermek...Ama öyle böyle değil, cidden boşvermek!!!
Boşverizm kelimesi hayatıma yaklaşık 5 dakika önce sevgili arkadaşım, ulu:)http://www.uludagsozluk.com/goster.php?id=5753021 insan Nesrin Dönmez tarafından sokuldu. Bkz:
...
Şaka bir yana, aslında benim gibi kendi içinde obsesif olan insanlar ( her konuda ama , bir de kendi içinde diyorum, yani çevresindekilere ya da zarar vermesi umulan insanlara değil de bilgiğin kendisine zarar veren... ) Boshwer'in söylediklerine kulak vermeli...
Neyse bazen anlıyorsunuz ki kafanız kafa yorduğunuz şeylerden çok daha kıymetli. Ama benim gibi bu durumun farkında olup da "Banane. Kafa benim değil mi" diyenlerdenseniz daha çok üzülürsünüz...
Boşverizm kelimesi hayatıma yaklaşık 5 dakika önce sevgili arkadaşım, ulu:)http://www.uludagsozluk.com/goster.php?id=5753021 insan Nesrin Dönmez tarafından sokuldu. Bkz:
...
Şaka bir yana, aslında benim gibi kendi içinde obsesif olan insanlar ( her konuda ama , bir de kendi içinde diyorum, yani çevresindekilere ya da zarar vermesi umulan insanlara değil de bilgiğin kendisine zarar veren... ) Boshwer'in söylediklerine kulak vermeli...
Neyse bazen anlıyorsunuz ki kafanız kafa yorduğunuz şeylerden çok daha kıymetli. Ama benim gibi bu durumun farkında olup da "Banane. Kafa benim değil mi" diyenlerdenseniz daha çok üzülürsünüz...
5 Ağustos 2009 Çarşamba
Taşların Gücü:)
"Change" sloganıyla yola çıkan tek kişi Obama değil aslında... Yes, I can!
En az benim kadar deli olan canım teyzem Salı günü kolumdan tutup beni Hatay'a götürdü. Neymiş efendim burcumuza göre taş alacakmışız, özenmiş. Peki, alalım çok istiyorsan dedim ve yola koyulduk. Bir süre sonra aradığı niteliklere sahip, güzel bir bujitericide bulduk kendimizi. Gayet hoş bir ortam yaratmışlar, hangi burca hangi taş alınırmış, o taşların özellikleri neymiş teker teker yazmışlar. Ne yalan söyleyeyim, bir süre sonra ortam benim de ilgimi çekmeye başladı. Şöyle bir bakıyım dedim benim burcumun taşları neymiş. Taşların özelliklerini teker teker incelerken gözüme birden akik taşı ilişti. Özellikleri:
-Sinir ve stresi azaltır.
-Tembel bünyelere canlılık getirir.
-Kişinin yaşadığı an'a konsantre olmasını kolaylaştırır:S :)
İşte bu dedim. Aradığım taş buydu. Ne kadar büyük olursa etkisi o kadar fazla olur(!) diyerekten yukarıda da gördüğünüz kolyeyi aldım, teyzem de eksik kalmadı tabi... Artık ne kadar faydası olur bilemiyorum ama işimiz taşlara kaldıysa fena:)
...
Teyzemden gelen ilk tepki:
-Taş işe yarıyor mu bari?
-Çok büyük bir fark hissedemiyorum:) ama kolyeyi beğendim.
-Bu çok büyükmüş ya, boynum ağrıyor, sinirlerim daha çok bozuldu...:)