28 Aralık 2010 Salı

Özdeşleşme

Quickly as if she were recalled by something over there, she turned to her canvas. There it was, her picture. Yes, with all its green and blues, its lines running up and across, its attempt at something. It would be destroyed. But what did it matter? she asked herself, taking up her brush again. She looked at the steps; they were empty; she looked at her canvas; it was blurred. With a sudden intensity, as if she saw it clear for a second, she drew a line there, in the centre. It was done; it was finished. Yes, she thought, laying down her brush in extreme fatigue, I have had my vision.
To The Lighthouse/ Virginia Woolf (Son Paragraf)

Onaylanma ihtiyacından tamamen arınmış olmak... Hiçbir şeyin anlam ifade etmesine gerek yok.

25 Aralık 2010 Cumartesi

Hey Gidi

Aslında birbirinin devamı olsalar da bazen geçmiş ve bugün arasında büyük bir uçurum hissedebiliyorsunuz. Geçmişe sanki bir başkasının hayatını dikizlermişçesine bakabiliyorsunuz. Geçmişi ötekileştirmekten bahsetmiyorum. Sadece uzak geliyor yaşadığınız şeyler. Bütün olarak göremiyorsunuz olayları, kesit kesit geliyor hepsi aklınıza. Toparlayamıyorsunuz. Belki bir fikriniz oluyor ama detaylara ulaşamıyorsunuz. Burada bahsettiğim şey yakın geçmiş değil. Söylediklerim çocukluğumla ilgili aslında. Güzel bir çocukluk geçirdim ben, baya da şımarıktım o zamanlar (şimdi değilimdir).İlgi odağıydım, herkes benimle ilgilsensin isterdim, herkes de benimle ilgilenirdi, sanırım bu durumun şu anki hayatımda belirgin bir etkisi var.
 ...
Bu sultanlık günlerim kardeşimin bir gün ansızın gelmesine kadar sürdü. Ama cidden ansızın. Ben geleceğini bilmiyordum. Eminim sinyaller verilmiştir ama farkında değildim olacakların. Nitekim bir kardeşim olacağını anlamam tam olarak annemin sancısının gelip hastaneye kaldırıldığı ana denk gelir. O günlerde ciddi arabesk duygular içerisinde olduğumu hatırlıyorum. O zamanların benim için çok daha büyük bir önemi var,o da kendimle ilgili birçok şeyin farkına varmam. Sanırım ilk kez o zamanlar kıskanç bir insan olduğumu hissettim ve hissettirdim. Hissettirdim diyorum çünkü insanların burnundan getirdim her şeyi. Mesela annemle babamın kardeşimle yalnız çekilmiş sadece bir iki resmi vardır, onlar da ben uyurken çekilmiştir. Ben daha sonra o resimleri gördüğümde ağlama krizlerine girmiştim orası ayrı, hey gidi günler.
 ...
Bir çocuk ilk başlarda hissettiği duygular arasında ayrım yapmakta zorlanabilir. Ama gün geliyor öğreniyorsun her şeyi. Ben mesela bencilliğin etrafındaki insanlara ne kadar zarar verdiğini (kendine de tabi) bir yaz tatilinde arkadaşımla hikaye kitabı okurken farkettim. Okumayı yeni öğrendiğimiz zamanları düşünün, herkes aynı hızla okumayamazdı. Bahsettiğim arkadaşım da okurken baya zorlanıyordu o sıralar, çok yavaştı ve ben de sıkılıyordum. En sonunda "sen okuyamıyorsun, ver ben okucammm" diye çıkıştığımı hatırlıyorum. Kız bu olay sonrasında anneannemin evini ağlayarak terk etti. Ben de baya bozuldum, sonrasında da çok vicdan azabı çekmişimdir zaten.
...
İşte neyin ne olduğunu öğreniyorsun da düzeltemiyorsun bazen, orası bozuk. Zaten insan olmanın getirdiği bir egoist yanımız var, bunlar çevresel faktörler tarafından azdırılınca çok trajik şeyler yaşanabiliyor. Ama daha iyiyiz tabiii şimdi, büyüdük ya.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Tırıvırı Kategorisinden

Bu yazıyı da tamamlayamayıp diğer taslakların yanına gönderirsem hiç şasırmayacağım...
2 ayda bir yazdığım göz önünde bulundurulursa biraz saçma geliyor ama öğrendim ki benim blog bazı arkadaşlara ilham vermiş. Hazır zaman öldüresim var, bir şeyler karalayayım bari dedim. Şimdi okuyan olursa, yazı yazmayı zaman öldürmek olarak algılıyor diyen çıkabilir. Buna da hemen bir açıklık getireyim. Yazı yazmayı değil de bloğa yazı yazmayı bazen öyle görebiliyorum. Bu benim suçum değil, tamamen okuduğum bölümle alakalı bir şey. Üzerimizde kaliteli yazmakla ilgili öyle bir baskı var ki buraya yazdıklarımı istemsiz olarak tırıvırı kategorisine sokuyorum çoğunlukla. Halbuki kaleme alınan her şey, sırf kaleme alındığı için bile özeldir.

Edebiyatla ilgili kariyer yapmayı düşünmeyen ama aynı zamanda ne olacağını da bilmeyen bir insan olarak şu an üniversite hayatımda yaptığım her şey bana lüks gibi geliyor. 2 yıl sonra işsiz kalmayacağımı bilsem de tam olarak nerede ve daha da önemlisi ne yapıyor olacağım hakkında en ufak bir fikrim yok. Doğrusu bunu çok kafama taktığım da söylenemez. Seneye formasyonumu alıp koluma altın bileziğimi de takıcam zaten... (ALMAMAYA KARAR VERDİM) Dolayısıyla kafalar rahat.(KAFAM YİNE RAHAT) Belki de bir öğretmen lisesi mezunu olduğum için bu kadar rahat konuşuyorum (ek puan), ama puanı yetmediği için eğitim fakültesi yerine edebiyat fakültelerine gelen arkadaşlara kız...yok yok kızmıyorum, direk üzülüyorum. Acı çekiyorlar çünkü... En azından bu konu ile ilgili bir derdimin olmaması benim için büyük bir teselli. Şimdiki aklın olsa ne yapardın diye sorsalar aynen bunu yapacağımı söylerdim, zamanında Ankara ile ilgili sahip olduğum önyargıların çoğu da olmazdı herhalde.


Edebiyat değişik bir şey... Sürprizlerle dolu bir şey aslında. Okurken böyle ama edebiyatla profesyonel olarak uğraşan insanlar tam olarak neler hissediyorlardır bilemiyorum. Edebiyat ticari bir uğraş ama ticaret yapmak için çok hassas bir konu. Gerçekten sevdiğim yazarlara dönüp baktığımda eserlerine kendilerinden çok şey kattıklarını görüyorum. Bence işin bu yönü biraz çetrefilli. Belki edebiyatla uğraşmak istemememin en büyük sebebi de budur. Kendimle ilgili çok şey paylaşmaktan korkuyorum. Diyebilirsiniz ki o zaman bu blog da neyin nesi. Bu hiçbir şey, buraya yazamayacağım çok şey var. Bazı şeyler çok rahat unutulabiliyor, unutulabiliyor demeyelim de unutturulabiliyor. Ben hiçbir şeyi unutmak istemiyorum. Belki de yazı yazma isteğim sadece bununla ilgilidir.

Zorla yazdırılan şeylerden tiksiniyorum. Nefret demedim çünkü zaman bana nefretin çok geçici ve aldatıcı bir duygu olduğunu gösterdi. Nefret ediyorum diyen çoğu insan aslında nefret ettiğini sandığı şeyden nefret etmiyor bile. Nefret benim için an'a özgü bir şey ve geçici. Ama bana zorla yazdırılan şeylerin beni tiksindiriyor olması değişmeyecek bir gerçek. Bazen yazmak zorunda bırakıldığım şeyleri okudukça yüzümü ekşitiyorum. Kendimle kavga ediyorum resmen.

Ha, tabi bir de kavga mevzusu var. Kavga etmek çok kötü bir şeydir değil mi? Cıstır hatta. Öyle öğretilmiş çünkü. Kavga eden insanlar da kakadır zaten. Hiç yaklaşmamak gerekir... Böyle bir saçmalık yok, kavga etmek kötü bir şey değildir. Bu tamamen kavga etmenin sende nasıl bir karşılık bulduğuyla alakalı. Ben kavga etmek istiyorum, insan incitmek değil. İnsanlar kavga etmeden de incitiyorlar birbirlerini pekala. Her hissin böyle hareket boyutuna indirilmesi de iyice saçma bir durum zaten. Sevgi için de aynı şey geçerli, çok sevdiğini çok sevdiğini söyleyerek anlatabiliyorsun  mesela, böyle alışmış çünkü insanlar. Bu kadar basit aslında, kendini yormana falan hiç gerek yok bazı şeyler için. Taklit et yeter, göklere çıkartılacağından eminim.

2 Ekim 2010 Cumartesi

The Most Unfair Thing About Life


“the most unfair thing about life is the way it ends. i mean, life is tough. it takes up a lot of your time. what do you get at the end of it? a death! what's that, a bonus? i think the life cycle is all backwards. you should die first, get it out of the way. then you live in an old age home. you get kicked out when you're too young, you get a gold watch, you go to work. you work forty years until you're young enough to enjoy your retirement. you do drugs, alcohol, you party, you get ready for high school. you go to grade school, you become a kid, you play, you have no responsibilities, you become a little baby, you go back into the womb, you spend your last nine months floating...

...and you finish off as an orgasm.”

George Carlin

15 Eylül 2010 Çarşamba

77

Israrlara dayanamadım,gece gece zırvalamaya karar verdim. Sizlere bu satırları yeni odamda bir yanımda Bengücan diğer yanımda Gülfemsu varken yazıyorum. (Tabi Selda her zaman kalbimde, onu hemen belirtmek isterim) 3. senemizde odamız yine değişti, 76. yurttan 77.yurda transfer olduk. Seneye de 78'de oluruz diyorum ben:)
Aslında Ankara'ya sabah 7 sularında vardım, daha bir gün bile olmadı geleli ama bomba gibi bir başlangıç yaptım döneme. Şaka bir yana sabah sabah aştiye geri dönmek zorunda kaldım, telefonumu düşürmüşüm taksi kuyruğunda Gülfem Hanım'a cevap vermeye çalışırken. Neyse ki Selda Sultan'ı kandırıp - ki kendisini her zaman kandırırım- zorla aştiye götürdükten sonra telefonumu almayı başardım.
Gelelim Ankara'ya... İtiraf etmek gerekirse 3,5 aylık yaz tatili özellikle staj yapmayan bir öğrenci için oldukça uzun. İlk bir ayın nasıl geçtiğini pek anlamıyorsunuz ama ben Temmuz'da çok sıkıldım, geçirdiğim rahatsızlıkların da bunda etkisi vardı tabi. Şu 3,5 aylık süreçte en çok Ağustos'ta eğlendim sanırım. Neden derseniz;
Selda Sultan İzmir'e teşrif ettiler. Cicişle(!) gezmediğimiz yer kalmadı diyebilirim, ancak kendisi çok hassas bir insan olduğu için hava değişikliği ona pek yaramadı, alerji olup memleketine geri döndü bir hafta sonra:) Aslında Gülfem'i de bekliyorduk ama o anne faktöründen gelemedi, sevgili anneciğini Gülfem'in bizimle olduğuna hiçbir zaman inandıramadık bu iki sene içerisinde, nedense. Bunun haricinde tekrar İzfaş'ta mihmandar olarak çalışma fırsatım oldu. Bu seneki organizsayon geçen seneye göre oldukça kötü olduğu için hevesim kırıldı, oturup detayları yazasım yok. Ancak Swiss Desk'te hayat çok güzeldi diyebilirim. 2010 Dünya Basketbol Şampiyona'sının İzmir grubundaki takımlar Swiss Otel'de kaldıkları için bayağı cümbüşlüydü ortam. Bu dev adamlar çok bakımlılarmış doğrusu. Bir de, ye ye doymadılar.
Neyse Ankara diyorduk, sene başlarında hep aynı hissiyat içerisinde olduğum için şu anki heyecanımın, merakımın yakın zamanda geçeçeğini biliyorum. Geçmeyebilir de aslında.
02.06

En güzelinden bir edit: Artık resmen Uluslararası İlişkiler'de yan dal yapmaktayım.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Eğer Okumadıysanız...


Oscar Wilde'ın tutuklu olduğu zamanlarda sevgilisi Lord Alfred Douglas'a yazdığı mektup...Aforizmalarla dolu olan bu mektup, Wilde'ın geçmişteki hatalarını kısmen kabul edip günah çıkartması sebebiyle ayrı bir önem taşıyor aslında. Eserde Wilde'ın yaşadığı topluma, zamana, eğitim sistemine, dine ve hedonizme bakış açısını da öğrenebilirsiniz. Farklı bir Oscar Wilde görmek isteyenlere önerilir.

"...Like all poetical natures he (Christ) loved ignorant people. He knew that in the soul of one who is ignorant there is always room for a great idea. But he could not stand stupid people, especially those who are made stupid by education: people who are full of opinions not one of which they even understand, a peculiarly modern type, summed up by Christ when he describes it as the type of one who has the key of knowledge, cannot use it himself, and does not allow other people to use it, though it may be made to open the gate of God's Kingdom."
 
". . . Suffering is one very long moment. We cannot divide it by seasons. We can only record its moods, and chronicle their return. With us time itself does not progress. It revolves. It seems to circle round one centre of pain."


Yer Altından Notlar'ı okumak için çok geç kaldığımı kitabın ilk sayfasını bitirdikten sonra anladım. Dostoyevski bu kitabını ikiye ayırmış. İlk bölümde kavramlara, duygulara genel olarak bakarken, ikinci bölümde bunların tamamını hikayeleştirerek argümanını soyutluktan kurtarmaya çalışmış bence. Yani ikinci bölüm, birinci bölümün görselleştirilmiş hali gibi. Kitabı parçalara ayırıp fikir beyan etmek ne kadar doğru bilmiyorum ama ilk bölüm beni daha çok etkiledi sanki, ancak ikinci kısımdaki hikayeyi de yabana atmamak lazım, özellikle de son sayfalara doğru daha bir ivme kazanıyor olaylar. Kitap yazlıkta kaldığı için alıntı yapamayacağım ama aşağıdaki cümle şu an bile aklımda.

"Benim yaptığım, sizin ancak yarıya kadar götürmeyi göze alabildiğiniz şeyleri kendi hayatımda aşırıya vardırmaktan başka bir şey değildir."



27 Temmuz 2010 Salı

The Tudors


Ve The Tudors biter.
Baştan sona firesiz izleyebildiğim ilk dizi oldu kendisi:) English History II'de öğrendiğim bilgilerimi de tazeledim. Aslında dizinin isminin The Tudors olması çok saçma, çünkü Tudor hanedanının tamamını içermiyor anlatılanlar.
...
Diziyle birlikte Natalie Dormer'a hayran kaldım ki kendisini Casanova'dan beri beğenirim zaten. Jonathan ile ilgili fikirlerimde bir değişiklik olmadı. Henry Cavill'a rolü gereği ilk önce sinir oldum, sonradan onayımı aldı kendisi. Sam Neill, Wolsey rolünde oldukça iyiydi ve (bence) dizinin en etkiliyici sahnesine imzasını atmış bulunmakta:


Çok iyi hatırlıyorum, Henry için tarih kitabımızda babası kadar zeki değildi yazıyordu. Bununla birlikte Fransa ve İspanya arasında oyuncak olduğu, babasının kendisine bıraktığı parayı düzgün kontrol edemediği iddia ediliyordu. Dizide bu güzel yansıtılmış. Dindar Mary'nin Bloody Mary olma yolundaki süreci güzel anlatılmış. İngiltere'nin Roma ile bağlantısını koparması ve arkasında yatan sebepler iyi işlenmiş. Anne'ciğimin kızı Elizabeth'in ileride İngiltere Kraliçesi olup, erkek hükümdarlara taş çıkartacağının da ipuçları verilmiş. Dizideki tek eksik nokta Henry VIII dönemindeki çıkan isyanların ya da savaşların muhtemelen maddi sebeplerden ötürü çok da üzerinde durulmayışıydı. Senaristler bu eksikliği farklı şekillerde kapatmaya çalışmışlar gerçi, haklarını yemeyelim:)
Bu da dizinin finali (Holbein'in meşhur tablosuna dikkat!):

Sırada Rome var. Şimdiden açıklıyorum True Blood'ı izlemeyeceğim.
Edit 1: Bunu izleyen Elizabeth The Virgin Queen'i de izledi.
Edit 2: Rome'daki Atia bizim Aşk-ı Memnu'daki Firdevs'in ta kendisiymiş:)

16 Haziran 2010 Çarşamba

Block Quotatiton

     He still had enough perfume left to enslave the whole world
if he so chose. He could walk to Versailles and have the king kiss
his feet. He could write the pope a perfumed letter and reveal
himself as the new Messiah. He could do all this, and more, if he
wanted to. He possessed a power stronger than the power of money,
or terror, or death - the invincible power to command the love of
man kind. There was only one thing the perfume could not do. It
could not turn him into a person who could love and be loved like
everyone else. So, to hell with it he thought. To hell with the
world. With the perfume. With himself.
Perfume:The Story of A Murderer

9 Haziran 2010 Çarşamba

Ağlasam Sesimi Duyar Mısınız?


Hazır tatil moduna geçmişken ve henüz elle tutulur şeyler yapmıyorken sözlüğe geri döneyim bari dedim. Aylak aylak gezinirken aklıma birden Judith Butler geldi. Hakkında neler yazılmış bir girip okuyayım istedim. Sonuç: sadece bir entry! Hayal kırıklığının daniskasını yaşadım o an resmen. Ben ki Judith'in Ankara'ya geleceğini ekşi sözlükten öğrenmiş, bunu okulumdaki akademisyenlere ulaştırmıştım. Uludağın bu durumunu kendime yediremediğimden hemen ekşinin sitesine girip yazar olmak için kaydoldum. Geçen sene yazar kabul etmeyen ekşinin şu sıralar yeni insanlara açık olması sevindirici bir şey.Tabi her sözlük gibi ekşinin de insanları çaylak yaptığı bir dönem var, bu şaşırılacak bir şey değil. Ben de on adet entry'mi girdim ( çaylakken girmeniz gereken entry sayısı on) hızımı alamamış on birinciyi de girecekken bana "tamam orada dur bakalım sen!" uyarısı verildi. İşte bu duruma alışık değildim. Uludağda çaylak olsan da istediğin kadar entry girebiliyordun. Neyse, daha sonra merakla kontrol merkezine girdim, bakalım neler diyorlar, ne zaman yazar olacakmışım diye. İşte karşılaştığım manzara... Direk copy paste'dir:
şu anda çaylak onay listesinde 55591. sıradasınız. bu sıra ilk defa onay bekliyor olmanıza ve 10 entry'yi ne zaman doldurduğunuza göre belirlenmektedir.
Mahvoldum, yıkıldım, bittim gördüğüm zaman şu iki cümleyi. 55591 nedir yahu! Kendimi eski zamanlarda devlet hastahanesinde sıra bekleyen zavallı bir nine gibi hissettim. Benim ömrüm yeter mi ki bu sıranın bittiği günü görmeye! Bu şokun ardından daha okkalı bir bildiri geldi şu şekilde:

girmeniz gereken tüm entry'leri girdiniz. entry'leriniz mümkün olan en kısa sürede incelenecektir. yine de bu yoğunluk dahilinde bu değerlendirme günler, aylar, yıllar sürebilir. yazarlığınız onaylandığı takdirde size bir e-mail gelecek. o e-mail'i saklayın. sonra bu e-mail'i bir inkjet'ten print edip dolunay'da bir mezarlığa batıya bakacak şekilde gömün. üstüne bir bardak su için. pilav yiyin. eğer sadece bir kaç ( tam da hatadan bahsederken birkaç'ı bu şekilde yazıyor olmaları çok ironik tabi!) hatalı entry'nizi bulursak bunlar silinebilir bu takdirde tekrar 10 entry tutacak kadar entry girmek durumunda kalacaksınız. eğer tamamen alakasız bir insan olduğunuza karar verilirse kullanıcınız silinecektir. kullanıcınız silindikten sonra aynı kullanıcı adıyla tekrar tekrar, dilediğiniz kadar, ta ki şahane bir sözlük yazarı olana kadar başvurabilirsiniz.

Elimden hiçbir şey gelmez tabi. Beklemedeyim. Artık bir yıl sonra mı yazar olurum, yoksa hiç olamaz mıyım bilemiyorum ama şu anda uludağa geri dönüp birkaç entry gireceğim kesin...


16 Mayıs 2010 Pazar

(The Classification of) Women by C.B.

Dün bu kayıtla uğraşırken ekstra yorgun olduğum için yorumlarımı an itibariyle yapmaktayım. Bakalım Bukowski amca ne demiş.


"Pek çok iyi adam bir kadın tarafından köprü altına düşürülmüştür."
( Düşenler orda kalsın, kalan sağlar bizimdir)


Bir kadın olarak doğmuş olsaydım,kesinlikle orospu olurdum.(Bu da erkeklerin favori lafı heralde, ne meraklılarmış!) Erkek olarak doğduğum için sürekli kadınları arzuladım,ne kadar aşağılardaysan o kadar iyidir.Buna rağmen kadınlar-iyi kadınlar-beni korkuttu çünkü onlar ruhunuzu ele geçirmek isterler sonunda.(neden acaba!) peki o zaman ne kalırdı benden geriye korumak isteyeceğim?( sadete gel...) Açıkçası fahişeleri,düşmüş kadınları arzu ettim,çünkü ölüdür onlar ve serttirler,sizden hiçbir şey istemezler.Çekip gittikleri zaman hiçbir şey kaybetmezsiniz.( İşte bu...) Öte yandan bütün bunaltıcı bedellerine rağmen yumuşak,iyi kadınlara da hasret çektim.(doğaldır tabi) İki türlü de kaybettim.( bu tamamen senin beceriksizliğin) Güçlü bir adam her ikisinden de vazgeçerdi.( antik feylozoflar gibi homoseksüel olurdun böylece) Ben güçlü değildim. Böylece kadınlarla,kadın düşüncesiyle uğraştım durdum." (emin ol onlar da seninle uğraşmışlardır)

Charles Bukowski /Women


Dün Judith Butler konferansında en çok beğendiğim soru en kısa ve en net olan soruydu: Niye birini sevmek bu kadar zor? O yukarda yazanlardan dolayı işte. Ve tabi bunun bir de kadın tarafı var ki salla gitsin.


9 Mayıs 2010 Pazar

Biraz Öncekine Başlık Bulamadıysam Buna Hiç Bulamam Hocam!

Ya ben biraz önce yazdım ama yazmak istediğim şeyler onlar değildi sanki ancak ne yazmak istediğimi de bilmiyorum tam anlamıyla...Belki de nerden başlamam gerektiğini bilmiyorum fakat o da olamaz çünkü bu benim sınav sendromum, blog sendromum değil... Sınavlarda da hep böyle olur. Millet ikinci sayfaya geçer, ben "dur girişim özlü söz gibi olsun sonra saçmalarsam da bişey olmaz, sonuçta ilk izlenim iyidir" falan diye düşünürüm, o sırada da iki dersten biri gider zaten.
Şu ana kadar yazdıklarımı okudum da saçmalamışım... Peki, olabilir. Hepimiz saçmalarız bazen.

Başlık Koymasak Not Kırar Mısınız Hocam?


19.yy İngilteresi bu ikilik olayına cidden takmış, onu anladım. Wilde'ın muhteşem eseri The Picture of Dorian Gray gibi Robert Louis Stevenson'ın eşit derecede muhteşem romanı Dr. Jekyll and Mr. Hyde da 'duality' temasını esas almış. Söyledikleri şeyler birbirine yakın aslında:
İyi de kötü de bizim içimizdedir. İkisi de eşit derecede baskındır. Birisini öne çıkarmak ya da daha etkin hale getirmek senin elindedir. Ancak dikkat et baskın hale getirdiğin taraf kontrolü senin elinden almasın.
Ne gariptir ki iki romanda da içimizde taşıdığımız o kötü tarafın eninde sonunda bizleri kontrol altına aldığı ve kötü olana yenildiğimiz yansıtılmış. Pek de yanlış sayılmaz aslında bu görüş, çünkü kötü bizi direk zaaflarımızdan vurur ve insanın zaaflarına teslim olması kadar doğal bir şey yoktur.
...

Yukarıda da görebileceğiniz gibi novel dersi bana bu yıl birçok güzellik yaptı ve en hoşu Valerie'nin Great Expectations'ı da okunacak romanların arasına dahil etmesiydi. Gerçi sevgili Pip bütün roman boyunca Estella da Estella diye bizi öldürse de bu kitap sadece Miss Havisham için bile okunur derim. Bir ara sevdiğim satırları buraya da yazayım demiştim ama işin içinden çıkamadım:) Favorimi bile seçemiyorum aslında ama işte sadece bir tanesi...
No matter how unreasonable the terror, so that it be terror! Öyle ama yalan mı? Adam kediden korkuyor mesela. Kedi ayol nesinden korkuyorsun diyebilir misin?
Neyse zırva moduna dönmeden edebi muhabbetimizi burada sonlandırıyorum....


Gelelim filmlere...
İtiraf ediyorum Kuzuların Sessizliğini yeni seyrettim. Anthony Hopkins gibi cici bir adamdan korkacağımı hiç düşünmezdim doğrusu. Oscar'ı hak etmiş, gelsin bir tane de ben vereceğim. O ne güzel yüz yemektir öyle, hayran kaldım valla:P Jodie Foster'ı severdim zaten, yine sevdim. Gencecikmiş o zamanlar. Bu arada 14 yıllık kız arkadaşını saçma sapan bir kadın için terketmiş. Aşk olsun diyorum kendisine burdan okuyorsa...O da fena oynamamış. Filmdeki loser Dr. Chilton'ı da Lecter yiyormuş ikinci filmde çok sevindim. Yandaki kare de benim için en korkutucu kareydi filmdeki...Tipe bak!

American Beauty ( Türkçesini yazmıyorum, yanlış anlamışlar çünkü filmi bütünüyle) ve
Guguk Kuşu'nu da izlemenizi tavsiye ederim.
Bitti.

3 Nisan 2010 Cumartesi

Gecikmiş Bir Söz

Benim sevdiğimi herkes sever:P

Aniden gelen bir telefonla son ayların en güzel günlerinden birini yaşadım geçen cuma. Telefonun bir ucunda yaklaşık 8-9 aydır görmediğim Ece (ki bu yüzden sesini alamadım:p) ve ardından gelen müthiş bir gece...
Ece: Tahmin et nerdeyim?...
Beste: Geliyorum:)

Yediğimiz içtiğimiz bizim olsun tabi de gecenin en anlatılası olayı Gülfem ve Selda'nın günün ilerleyen saatlerinde bize katılması oldu. Anlaşırlar diyordum ama şunu beklemiyordum gerçekten:

Selda'nın bu fotoğrafı gördüğünde vereceği ilk tepkiyi biliyorum:P
Cuma geceleri Mozzy'de çalan Ece'nin abisine başarılarının devamını diliyor, ulaşım konusundaki yardımları sebebiyle kendisine minnettar olduğumuzu iletiyoruz. Ulaşım demişken, buradan yetkililere sesleniyorum, lütfen Park Caddesi'ne de 2-3 ring koyun, çok şey kaçırıyoruz:P

6 Mart 2010 Cumartesi

Hanimiş Benim Zırvam

Önsöz: Esrarengiz bayanın fotoğrafını buralara koyarak bir nevi ölüm fermanımı imzalamış bulunuyorum fakat aşk dolu bakışlar serimizin devamı niteliğinde olan bu fotoğrafımızı paylaşmadan edemedim.( uyuzluk da var tabi biraz:P) Eserin sahibi kim bilemiyorum ancak telefon sahibi Zeynep Hanım'a buradan teşekkürlerimi iletir, IPhone'una uzun ömürler dilerim.

Ve Günün Konusu, Özgeçmiş Yazımı
Malum son zamanlarda bu konuyla pek içli dışlı olduğumuz için kişisel deneyimlerimin bir kısmını halkımız ile paylaşmak istedim.:p Nacizhane fikrim özgeçmişin, bir insanın kendisi ile ilgili farkındalığını arttırmak için başvurulabileceği en etkin yöntemlerden birisi olduğudur. Yani kağıtta sıktıklarınıza inanmayacak kadar gerçekçi bir insansanız durumunuzu görmek hiç de zor olmuyor açıkcası. Bu zorlu mücadelede bizim durumumuzu merak edecek olursanız...

Sertifikalar:
(İç ses) Kariyer Gelişim Sertifikası var, o olabilir.
(Arkadaştan gelen dış ses) Yüksek Şeref belgesi sayılır mı acaba?:)

İş Deneyimleri:
(Kibirli bir dış ses) İzfaş tabi ki!!!

Diller:
(Dış seslerinin ortak paydası) Lisede almıştım ama sen yaz Almanca'yı da... beginner:)

İlgiler:
(MMÇ dış ses) Beste, benim ilgilerim ne yahu?
(Bengü dış ses)Ben:))

ve bir de kişisel özellikler bölümü var ki,
(İç ses) Dik kafalı
(Dış ses) Mükemmelliyetçi
(İç ses 2) Bencil
(Dış ses 2) idealist
(İç ses 3) Kıskanç
(Dış ses 3)Grup çalışmasına yatkın

Tüm bu aşamalardan sonra belgeler gerekli mercilere ulaşadursun, biz de sonuçları bekleyelim bakalım...Sonuçlar demişken bir dış sesle yazımı tamamlamak isterim... "Allah'ım nolur nolur nolur, şu istediğim 4 küçük şey oluversin, bir daha ütopik isteklerle karşına gelmeyeceğim, söz:P"

6 Şubat 2010 Cumartesi

Me, Myself and I

http://www.rebekkagudleifs.com/
Masumiyeti kendi ellerimizle öldürürken, olanları şaşkınlıkla izleriz bazen.

25 Ocak 2010 Pazartesi

Nereden Nereye


Böyle sonuçlanacağını düşünmemiştim bugünün.
Utanılacak bir şey mi bilmiyorum ama şiir aklıma hep sıkkın olduğum zamanlarda gelir. Kasvetli şiirleri okudukça daha bir sıkılır ama sonunda ironik bir şekilde rahatlarım. Bugün yine öyle anlarımdan birinde aklıma Sylvia Plath geldi. Bana göre şiirleri gibi yaşamı da çok etkileyicidir Plath'in. Belki bilindik şeylerdir başından geçenler (babayla sorunlu bir ilişki, babasıyla özdeşleştirdiği adamın onu aldatması...)ama bu olayların ondaki izinin eserlerine yansıması gerçekten farklı olmuştur ki şiirlerini kendine has kılan da budur bence. Bu arada itiraf etmek gerekirse her zaman ürkek bir şekilde okumuşumdur bu kadının şiirlerini. Hep ya anlayamazsam korkusu olmuştur bende, garip bir şey. İlk okuduğum şiiri Mad Girl's Love Song'tur ki bu şiiri 2008'in kasımında Valerie'ye de okumuştum:

"I shut my eyes and all the world drops dead;
I lift my lids and all is born again.
(I think I made you up inside my head.)

The stars go waltzing out in blue and red,
And arbitrary blackness gallops in:
I shut my eyes and all the world drops dead.

I dreamed that you bewitched me into bed
And sung me moon-struck, kissed me quite insane.
(I think I made you up inside my head.)

God topples from the sky, hell's fires fade:
Exit seraphim and Satan's men:
I shut my eyes and all the world drops dead.

I fancied you'd return the way you said,
But I grow old and I forget your name.
(I think I made you up inside my head.)

I should have loved a thunderbird instead;
At least when spring comes they roar back again.
I shut my eyes and all the world drops dead.
(I think I made you up inside my head.)"


Yazılanlara göre başarılı bir öğrenciymiş Sylvia, hırslıymış aynı zamanda. Smiths College'dan burs kazanmış, New York'ta bir moda dergisinde staj yaptığı dönemlerde ruhsal bunalıma girmiş ve kısa bir süre sonra da intihar girişiminde bulunmuş ancak ölümün pençesinden kurtulmayı başarmış. (Tabi o gerçekten kurtulmak istiyor muydu bilinmez.)
Kocası Ted Hughes'a gelirsek o da Sylvia gibi edebiyat dünyasından. Çiftin iki çocukları var ancak her ne olduysa aralarında, Ted günün birinde Sylvia ve çocuklarına sırtını dönüveriyor. Hughes'la ilgili çok bilgim yok ama kendisiyle ilgili söyleyebileceğim tek bir şey var o da Sylvia'nın ölümünden kısa bir süre önce yazdıklarını yakmasının olağanüstü bencil bir davranış olduğu. Her ne kadar Hudges'ın savunması oldukça masum görünse de yapılan şeyin kabul edilebilir bir tarafı olduğunu düşünmüyorum. ( savunma: What I actually destroyed was one journal which covered maybe two or three months, the last months. And it was just sad. I just didn't want her!children to see it, no. Particularly her last days.) İzin verirseniz hadi ordan demek istiyorum!
Neyse,konuya geri dönersek kocası Ted'in Assie Wevill ile olan ilişkisini kabullenen Sylvia iki çocuğunu da alıp Londra'ya geliyor ve 1963'te gaz açıkken kafasını fırına sokup intihar ediyor. Annesinin deyimiyle Sylvia zaten intihara eğilimli bir kız. Ölmeden kısa bir süre önce yazdığı Lady Lazarus adlı şiirine göz atarsak bu gerçeği çok daha rahat görebiliriz:

"i have done it again.
one year in every ten
i manage it" (Geçmişte teşebbüs ettiği intiharlar? ve gelecekte hayatına son verecek olan intihara ithafen)

Plath'in Daddy adlı şiiri de pek meşhurdur. Babası için yazdığı bu şiirde kocasına da göndermeler yapmıştır Plath:

"i have always been scared of you,
with your luftwaffe,your gobbledygoo.
and your neat moustache
and your aryan eye, bright blue.
panzer man, panzer man, o you!
...
if i’ve killed one man, i’ve killed two-
the vampire who said he was you
and drank my blood for a year,
seven years, if you want to know.
daddy, you can lie back now."


Son olarak Sylvia'nın mezarında "Even amidst fierce flames, the golden lotus can be planted" yazılıdır ki oldukça manidardır bu cümle hayatını düşünürsek.

Küçük bir not geçmek gerekirse yukarıda bahsettiğim Assie adlı bayan da Ted Hughes ile birlikteyken aynen Sylvia'nın yöntemiyle intihar etmiştir. Garip.
Bir başka not ise yeni yeni tanımaya başladığım Nilgün Marmara ile ilgili . Kendisi Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu ve idollerinin başını Sylvia Plath çekiyor. Hatta Plath hakkında "Syvia Plath'in Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi" adlı bir tezi de bulunmaktadır ki tez şu sözlerle başlıyormuş. Etkilendim, yazacağım:
"çölde
bir yaratık gördüm, çıplak, vahşi.
çömelmiş oturuyor
yüreğini ellerinde tutuyor
yiyordu.
dedim ki: 'tadı güzel mi dostum?'
'acı, acı' diye karşılık verdi,
'ama seviyorum
çünkü acı
ve benim kalbim'" ( Alıntı Nilgün Marmara'ya ait değil, esas şairin tam adını bulamadım ne yazık ki- ekşiye göre H. Grane'ymiş.)
Nilgün Marmara da sadece 29 yaşındayken intihar edip hayatına son vermeyi tercih etmiş. Bu da garip cidden.

Evet, bugünün böyle sonlanacağını hiç düşünmemiştim. Güzel oldu ama...

18 Ocak 2010 Pazartesi

Manyaklık

Amaçsız bir kayıttır. Eminim Oscar Wilde yaşasaydı şu yaptığımla dalga geçerdi (Bir yazanlar bir de alıntı yapanlar vardır diye.) ama elimde değil bu paragrafı paylaşacağım. Unutmak istemiyorum çünkü. Hem başkaları da görsün, öğrensin. Bir faydam olur belki.

The Remarkable Rocket

"...Well that is his loss, not mine," answered the rocket. "I am not going to stop talking to him merely because he pays no attention. I like hearing myself talk. It is one of my greatest pleasures. I often have long conversations all by myself, and i am so clever that sometimes i don't understand a single word of what i am saying."

http://www.literaturecollection.com/a/wilde/333/

11 Ocak 2010 Pazartesi

Teleköle


2.sınıf ELIT öğrencileri olarak geçen cuma itibariyle güz dönemini kapatmış olduk. Herkesin iyi bir tatile ihtiyacı olduğu açıktı ama Bilkent'in erken kalkan yol alır zihniyeti ne yazık ki bizi yine mağdur etti. Malumunuz herkes finalleriyle uğraştığı için etrafta bir tek genç yok. Durum bu iken benim payıma da evde oturup televizyon izlemek düştü bugün ve farkettim ki televizyonla aramdaki o duygusal bağdan eser kalmamış. Ancak birkaç detay vardı ki bu sevimli kutucukta bahsetmeden edemeyeceğim doğrusu.

Ben bugün bunları gördüm:

Gündüz kuşağının izdivaç programları tarafından ele geçirilmesi ve bu evlilik programlarındaki damat ve gelin adaylarının genellikle 50 yaş ve üzeri olması.
İki üzüm bağı, 50 fındık, 30 ceviz, 50 elma ağacı, 20 kovan arısı olan Ali Amca, Emine Teyzeyi evlenmeye ikna edebilecek mi? ( Emine Teyzem'in motivasyonu o kadar yüksek ki kendisi çoktan tav olmuş zaten, ona 20 kovan arısı yeterdi bence.)


Hong-Kong'ta uzun süreden beri yalnız olan ve ruhsal dengesi bozuk olduğu belirtilen bir 'yatandaşın', parkta demir bir bankın üzerine oturarak, mastürbasyon yapmayı denemesi. (Bahsi geçen bankın deliklerinin ufak olduğu bilgisini verip hikayenin geri kalan kısmını sizin hayal gücünüze bırakmak isterim.)

Cine5'in Trabzonsporlu bir futbolcunun eşini dövmesi konulu haberi esnasında fonda Beyonce Knowles'tan "If I Were A Boy" adlı parçayı çalması. (Ah ben bir erkek olsaydım, o zaman sana gösterirdim dünyanın kaç buçak olduğunu:S)

Çocuklarının isimlerini Polat ve Memati olarak değiştirmek isteyen anne-babanın Yargıtay'ın red kararıyla şoka uğramaları. Polat ismine hayhay diyen yargıtayın Memati'ye cık demesiyle Türkiye'de erkek çocuklarına Memati isminin konulamayacağı resmen onanmış oldu. (Not: Memati Arapça'da ölüm veya ölümcül anlamına geliyormuş, sebep bu.)

Beste İzmir'den bildirdi.

Günün alakasız sosyal içerikli mesajı ise 2 kişiye ithaf edilmektedir: Son bir ay içerisinde gördüklerim ve duyduklarım hemcinslerimle ilgili olan kaygıların ne kadar doğru olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. İki cinsin rolleri tamamiyle değiştirdiği su götürmez bir gerçektir. Artık bu devirde erkekler hangi kızlara güvenecek azizim. Kızlar, lütfen kendimize gelelim. Çok ayıp!